Gönderi

78 syf.
·
Puan vermedi
Edebiyat açısından psikanaliz
Kitapta yer alan ilk makale Freud’a ait. Bu makaleyi, farklı kategorik formlarda değer üreten, dünyaya dair kavrayışları ve yaşamı okuma biçimleri farklı olsa da, aynı gerçekliği mesele haline getiren iki farklı bakış açısının niteliklerini görünür kılması sebebiyle önemsedim. Aslında, Freud’un psikanalize tabi tutmasından başka Dostoyevski’ye dair hiçbir şey söylemediği bu metin, benim açımdan içeriğinden çok içermedikleri yönünden düşündürücü oldu. Freud’un, Dostoyevski’nin ruh dünyasına ilişkin yorumları, terapi koltuğuna yatırdığı herhangi bir nevrozlunun ruh dünyasına dair söyleyeceklerinden farklı değil. Tek fark, şimdi üzerinde konuştuğu kişinin Dostoyevski olması. Tabii ki bu, karmakarışık ruh dünyasını betimlemek, onun bir deha olduğu gerçeğini teslim etmeden mümkün olamazdı. Freud da fazladan, bu dehanın kökenlerine iniyor psikanaliz kalıplarıyla. Dostoyevski’nin çocukluğuna inerek, ondaki suçluluk ve günahkarlık duygusunu, Oidipus Kompleksi ve Kastrasyon Kompleksi ile babaya karşı duyduğu öldürme isteğine bağlıyor. Onda var olan mazoşist eğilimleri; karısının aşığına karşı inanılmaz hoşgörülü oluşunu v.s. yine babasıyla olan ilişkisi ile ilintili olarak gizli homoseksüelliğine yoruyor. Dostoyevski’nin Slav milliyetçisi olmasını, Çara olan bağlılığını ve Tanrıya karşı ikircikli ama İsa’yı kutsayan yaklaşımını, haliyle yine babanın toplumsal rolü ile açıklıyor. Bu yaklaşım bize varoluş hakkında, yaşam hakkında, insan hakkında ve değişmeye yazgılı koşullar hakkında sınırlı ve güdük bir bilgi alanı açar. Bu alanı genişletmek, uygarlığın şaşmaz bir müridi olan ve bundan dolayı yaşamı dondurup kendi kendisini sınırlayan Psikanalist Freud’un değil, içerisinde gürül gürül yaşam ırmakları akan Nevruzlu Dostoyevski’nin işidir. Freud’un bireyin ruhunu ameliyat masasına yatıran, aynı aletlerle herkes için benzer formüller çıkaran ve fazlasıyla spekülatif olan terapi düşüncesi, onun uygarlık teorisinin çok çok gerisinde kalır. Freud, bireysel çözümlemelerden ziyade, toplumsal ve tarihsel bir okuma olarak uygarlık düşüncesinin ve tek tipleştirici rasyonalizasyon sürecinin bilinçaltını serimleyen teorisiyle önem kazanır. Ancak bu noktada Freud ne yaptığından habersizmiş gibi davranır. Onun açtığı yoldan modernliğin kapı dışarı ettiği mit, destan, efsane, masal, rüya, şiir, din v.s. yani tarihin bütün bilinçaltı, bütün irrasyonel öğeler, dip dalga olarak tekrar yaşam dünyasına girer. Nitekim sonrasında postmodernizm olarak adlandırılacak olan ve günümüzü de kapsayan evre Freud’a çok şey borçludur. Ancak Freud, rasyonalitenin ve bilimselliğin gemisini de asla terk etmek istemez. Terapi ile teori arasında Freud’un çelişkisi tamamen bu bilgiye sahip çıkma ısrarından kaynaklanır. Haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasındaki uyumun artık çoktan kaymış olan zeminini Freud bulamaz. Babanın toplumsal görünümlerini İsa’da toplamış olan ve uygarlığın sahtekarlığına ve kavramsal uzaklığına karşı yaşamın su götürmez çeşitliliğini ilişkisellikler içerisinde bulan Dostoyevski ise o zeminin tam da üzerinde yer alır. “Nereye gidersem gideyim, benden önce bir şairin oraya gittiğini görüyorum” der Freud. Bu sözün yaşam içerisindeki gerçekliği, Freud’un 1915 yılında Goethe anısına hazırlanan bir kitap için yazmış olduğu “Geçicilik Üzerine” adlı kısa yazıda kendini gösterir. Bu yazıda Freud, Lou Andreas Salome ve Rainer Maria Rilke ile birlikte Avusturya ve İtalya sınırındaki Dolomit dağlarındaki gezintilerinden bahseder. Doğanın muazzam ve baştan çıkarıcı güzelliği karşısında Salome ve Rilke’nin, onun geçiciliğini düşünüp yas tutmaları Freud’u yas, ölüm ve güzellik üzerine düşünmeye iter. Yazı, bu düşünmenin ürünüdür. Kısa süre sonra da zaten büyük savaş başlar. Freud, bütün iyimserliği ile uygarlığa olan inancını tazelese de, kayıp olanın yası ve daha derinlerdeki sürekli değişim olgusunu erkenden fark etmek edebiyatçılara ve şairlere düşer. Nitekim yaşamın kendisidir budanan ve yitirilen. Hikaye buradan çok gerilere götürülebilir. Batı metafiziği ve kavramsal düşünme biçimi Antik Yunandaki başlangıcını şiiri ve miti devreden çıkarmasına borçluydu. Şiirin toplumdaki yerini terk ederek, Tragedya içerisinde görünür olmaya başlaması birçok noktada onu budasa da form ve içerik yönünden rasyonel olanın dışında farklı bir bilişsel düzeye kapı aralamıştı. Bilinçaltının kaşifi Freud’un düşüncelerini temellendirdiği Oidipus Kompleksi de, Sophokles’in Thebai Üçlemesi’ne dayanır. Şairin, edebiyatçının öncü oluşu, Tragedya ile modern bir tür olan roman arasında bir süreklilik ilişkisi kurularak da teyit edilebilir. Çünkü Freud’dan çok önce roman türü, modernliğin kuru bir akılcılık adına mutlaklaştırdığı, tek tipleştirdiği ve dondurduğu yapının; farklı yaşamsallıkları, kimlikleri ve ötekini söz konusu ederek, uygarlığın sahteliğini ortaya sererek ve yaşamın çeşitliliğini ve ilişkiselliğini öne çıkararak altını oymakla meşguldü. Başka bir deyişle uygarlığın bilinçaltı Freud’dan çok önce gün yüzüne çıkarılmıştı. Eğer Dostoyevski’ye bir psikanaliz yapılacaksa, onun, her şeyi gelip geçici hale getirerek hiçbir dünya anıtı bırakmayan modernliğin yarattığı krizi erkenden fark etmesinden söz edilmelidir. Dostoyevski, yaşamı ve insanı mutlaklaştıran bu krizi, bütün varlığıyla hisseder ve bizlere hissettirir. Tanrının ölümünü teşhis eden Nietzsche’nin büyüsü bozulan dünyaya coşkusunu tekrar kazandıracak müzikli Tragedyayı önermesi gibi, Dostoyevski’nin romanları da bütün çıplaklığıyla ve durmaksızın insanın ve yaşamın gerçeğini anlatır. Freud, Dostoyevski’yi babanın yerine modernliği ve akılcılığı koymadığı için yargılıyor. Esasen durum, formel kalıplara sığamayacak kadar farklı ve derin bir boyutta. Freud’da eksik olan şey, sanırım edebiyatçı olmayışı.
Psikanaliz Açısından Edebiyat
Psikanaliz Açısından EdebiyatSigmund Freud · Ataç Kitabevi · 1981207 okunma
·
474 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.