Gönderi

96 syf.
·
Puan vermedi
İntiharın Özel Provası
@Taranta_babu ile İzmir Devlet Tiyatrosu’nun, Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi’nde sahnelediği, Duşan Kovaçevic’in “İntiharın Genel Provası” adlı oyununa gittim. Bu yazıyı, dramatik yapılara biraz aşinalığı olan sıradan bir tiyatro izleyicisi gözüyle yazıyorum. Yıllar önce Niğde’de okurken, o zamanlar Niğde’nin tek tiyatro topluluğu olan ve kendisiyle tanışma fırsatı bulamadığım rahmetli Murat Burucu’nun kurduğu “Sal Sanat Tiyatrosu”nu suyun üzerinde tutmaya çalışan dostlarım Vasıf Koçer, Burak Paklacı ve Zeynep Çiftçioğlu, Kovaçevic’in “Profesyonel” adlı oyununu başarılı bir şekilde sahnelemişlerdi. Daha sonra oyun metnini de okudum. Dramatik yapı, kendi üst gerçekliğini hem oyun metninde, hem de oyunun sahnelenişinde fazlasıyla hissettiriyordu ve karakterlerin ruh durumlarındaki değişiklikler oyunun tarihsel bağlamından kopup, insanlık durumlarına dair çarpıcı görünürlükleriyle evrensel gerçeklikler olarak yerleşiyorlardı sahneye. Niğde gibi küçük bir yerde Sal Sanat Tiyatrosu oyuncularına en azından aşina olan izleyici, Yugoslavya’nın geçirdiği dönüşümü merkezine alan oyunun sahnesinde Vasıf Koçer’i, Burak Paklacı’yı ve Zeynep Çiftçioğlu’nu değil Luka Laban, Teodor Tea Kray ve Marta’yı izliyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Duşan Kovaceic’e olan hayranlığım ve tiyatronun sinemadan beni daha fazla cezbetmesi o yıllara rastlar. Bunda, o yıllarda izlediğim ve hiç aklımdan çıkmayan “Profesyonel” haricinde diğer iki başarılı oyunun da payı büyüktür sanıyorum. İlki Murat Burucu’nun yazdığı, Sal Sanat Tiyatrosu’nun sahnelediği “Pop Amcanın Akvaryumu” idi, diğeri ise Ken Kesey’in “Guguk Kuşu” adlı romanından ve aynı adla, başrolünde Jack Nicholson’un oynadığı 1975 yapımı sinema filminden uyarlanan, Kocaeli Şehir Tiyatrosu’nun sahnelediği “Kafesten Bir Kuş Uçtu” adlı oyundu. Mitos Boyut Yayınları’nın bastığı “İntiharın Genel Provası” oyun metnini önceki gece okumuştum. Oyun genel hatlarıyla, mutsuz ve borçları olan bir mimarın intihar denemesi üzerine kurgulanarak, dramatik örgüsünü bireyin intiharından toplumun kokuşmuşluğuna ve parçalanmışlığına doğru katman katman genişletir. Oyunda dört karakter vardır: İntihar eden adam ve intihar eden adamın erkek kardeşi (aynı kişi oynar), balıkçı, kadın (intihar eden adamın sevgilisi) ve kaptan-işadamı-psikiyatr-avukat (kardeş olan bu karakterleri tek bir oyuncu oynar). İntihar etmek üzere Tuna nehrinin üzerindeki köprüye çıkan mimarı, intihardan vazgeçirerek sonunda parçalanmasına sebep olanlar Kaptan’ın organizasyonunda örgütlenen diğer karakterlerin de içinde bulunduğu bir suç şebekesidir aslında. Oyun, böbrek hastası olan kaptanın, bir gözü takma olan iş adamının ve bir ayağı takma olan psikiyatrın ve onları dava etmek için mimara yanaşan avukatın temsilinde modern kapitalist toplumun yapısını serimleyerek, intihardan vazgeçen ve savaşta yıkılan köprülerin, binaların ve heykellerin mutsuz mimarının bünyesinde, son aşamada bütün karakterlerin eksikliğini ve parçalanmışlığını gösterir bize. Onlara inanan ve intihardan vazgeçen mimar, kendisine oynanan bir oyunun sonucunda böbreğini, gözünü ve bacağını kaybeder. Şöyle der mimar: “Vatandaşı olarak yaşadığımız ülke insafsızca bölünmüş ve sakatlanmıştır gördüğünüz gibi, bizim gövdemiz gibi..” Sakatlanmış topluma egemen olan suç işleme ve sahtekarlık olgularının ışığında; insanlara güvenen ve intihar etmeyen, dolayısıyla bir bütün olarak ölemeyen mimarın aldatılarak parça parça ölmesini seyrederiz. Oyunun mottosu, en can alıcı repliği ve mimarın sorusu ise şudur: “Kurt neden ot yemez?” Yanıtı, kurt ve koyun imgesinde toplumsalın ekonomik ve siyasal yönlerini de çağrıştıracak şekilde yine kendi verir: “Kurt, ot yemez, bunu onun için koyunlar yapar. Bizimle ilgisi nedir? Biz koyunuz, hayatımız boyunca kurtlar için otladık. İnsan derisine bürünmüş kan emici canavarlar için!” Buradan günü geçmiş bir ethosa ve siyaset felsefesine de gidebiliriz. “Ben”in ve insanlar arasındaki ilişkilerin giderek, “ben”in sorumluluk alanından çıktığı, kurtuluşun ve ümidin yükselişte değil, “ben”den bağımsız alan, kişi ve kurumlara tevdi edildiği bir gerçeklik olarak. Demos ve Kratos arasında sanıldığından daha kişisel ve doğrudan bir ilişki vardır belki de. Şöyle demiş oyunun yazarı Kovaçevic: “Bu oyun, zamanın kıyısında duran insana dair söylenmiş ne varsa hepsini içeriyor; sevgi, öfke, kin, nefret, hırs vs. Bütün bunlarla uğraşan insan aynı zamanda modernite karşısında çaresiz kalıyor. Bu çaresizliği kişiliğinin merkezine yerleştirdiği zaman da toplumsal bir çıkmaza ve açmaza sürükleniyor ister istemez. Kişinin bu döngüden bir bütün olarak kurtulması ise mümkün olmadığı gibi, bedelini de kaybederek ödemek zorunda kalıyor. Oyun intihar eden adamın açmazında Yugoslavya’nın parçalanma sürecini ve bu parçalanmadan geriye kalan acıları, çaresizlikleri, çözümsüzlükleri anlatıyor.” İzmir Devlet Tiyatrosu’nun Karşıyaka’da sahnelediği oyuna büyük beklentilerle gittim. Peşinen söyleyeyim, salondan hayal kırıklığı ile çıktım. Sadık Aslankara bir yazısında, Mehmet Baydur’dan şöyle bir alıntı yapmıştı: “Dramatik yapının omurgası varsa eğer; bu, insan aklının da omurgası olan dildir. / Tiyatro şiire bu anlamda en yakın duran sanattır. Üstelik kâğıt üstünde başka durur, sahnede başka.” Kağıt üzerindeki oyun, sahnelenişinde başkaydı gerçekten. İzlediğim şeyin -bunun ne olduğunu gerçekten bilmiyorum- içine giremedim bir türlü. Karakterler arasında olması gereken ilişki, şiir gibi bir ahenk, bir armoni değil bir kakafoni vaat ediyordu oyunun başından beri. Dramatik örgünün, oyuncuların birbirini tamamlayan ilişkiselliğinden doğan bütünsellik ya da organikliğinin yerine, her oyuncunun kendisine ait olan ezber parçasını tekrarlamasından ve zaman zaman diyaloğu bile anlamsızlaştırmalarından kaynaklı tekil performanslar gördüm ben. Sahnede bir ses kirliliği ve gürültü hakimdi. Duyguyu vermekle bağırmak arasındaki -büyük oynama çabasından kaynaklı olduğunu düşündüğüm- fark çizgisinin silindiği izlenimine kapıldım. Sahnede tok, sindirilmiş bir dramatik gerçeklikten ziyade, bir şekilde ilerleyen ancak duyguyu vermekten yoksun, karakterlerin başta da sonda da aynı olduğu gerçek oyunun bir parodisi vardı sanki. Karakterleri değil, oyuncuları gördüm ben. Muhtemelen onlardan biriyle sokakta karşılaşsak, sahnede gördüğüm kişi ile aynı olacaklardı. Son olarak belki, tiyatro seyircisinden de bahsetmek yerinde olacak. Seyirci bir stand-up’a ya da bir komedi oyununa gelmiş gibi sürekli bir gülme hali içerisindeydi. Kıkırdamalar, fısıldaşmalar, işaret edip a bak orda öyle oldu gibi anlık, sesli, çocukça yorumlamalar, nerden bakılırsa bakılsın patolojik bir hal….”Ben”e dair bir şey söylemiyor çünkü oyun, “ben”in dışında komik ve seyirlik her şey. Muhtemelen Televizyonun ve son zamanlarda iyiden iyiye popüler olan Güldür Güldür Şov tarzı programların etkisiyledir bilemiyorum. Woody Allen’in “Annie Hall” filmindeki bir sahne geldi aklıma. Bir komedi programının rejisinde, kurguyu yapan kişi hiç de komik olmayan programa kurguda kahkaha ve alkış efektleri eklerken, hatırladığım kadarıyla, insanların bu programı komik bulduğunu söylediğinde, Allen şöyle bir şey der, ömrünü televizyona adamış insanlar elbette bu aptal şeye güler… Dolayısıyla sanatın toplumu rehabilite eden, bir yükseklik kazandıran gücü sürekli budanıyor günümüzde. Herkes elinde olanla yetiniyor ve bu hiç de tuhaf bulunmuyor. Yüksek, seçkin bir şeyle karşılaşma umudu, vasatı tutturmanın marifet sayılmasıyla ve insanların bir şekilde maruz bırakıldığı ve hiç de memnuniyetsizlik göstermedikleri şartlanmışlıklarla bertaraf ediliyor. Tiyatro gibi insanla teması dolaysız olan bir sanat alanı bile, bu dolaysızlığı bir tür kuşatılmışlığa kurban ediyor. Hadi biraz abartalım, “İntiharın Genel Provası” bütün bu izlenimlerin kendisiydi belki de. Entelektüel sofralarda seçkinliğimize kanıt oluşturacak bir dedikodu malzemesi de kaldıysa elimizde, âlâ…
İntiharın Genel Provası
İntiharın Genel ProvasıDuşan Kovaçevic · Mitos Boyut Yayınları · 2009119 okunma
·
820 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.