Dünya bize hep der ki "şu noktada doğdun, haydi tutun, ilerle, ayakların yere sağlam bassın, değişimlere uyum sağla, iyi ol, sağlıklı ve zinde kal, başarılı ol." Çoğunluk sormaz oysa, nedir 'başarı', nedir 'iyi ve sağlıklı olmak, basılacak zemin neresi ya da var mı öyle bir zemin? Bunca adaptasyon ne için?
Beckett'in kurmaca kişisi Molloy'un yere basacak sağlam ayakları yok, eğilip bükülüp uyum içinde hareket etmesini sağlaması gereken eklemleri katılıp kalmış, "adalet kadar kaskatı" diyor bükülmeyen dizi için. Bacakları sağlam da olabilir, bir çok şey gibi belirsiz bu da, yine de farketmez, sakat olduğunu hissediyor zira. "Ruhen tek bacaklı hissediyorum kendimi" de diyor. Başka bir çok sakatlığı var, ruhsal ve fiziksel. Herkes gibi. Sadece O bunu inkâr etmiyor, bazen memnun bile bundan.
Bir arayışta Molloy, bu yolculukta Onu 'ileri'ye taşıyacak sağlam bir vasıta da yok. İlerlemiyor, ya da çok az ilerleyebiliyor, on beş adım, en fazla elli adım ve bazen sürünerek. Çoğunlukla bir fasit dairede dolanıyor aslında. Anneye dair travmalar var derinde, çakıl taşlarını emiyor ağzında yol boyunca mesela, varmaya çalıştığı yer de annenin yanı. Anlatının başı aynı zamanda sonu sanki, ve başlangıçta ya da sonda (ne önemi var ki, bu bir döngü değil mi zaten) anne ölmüş, "yani gömülecek kadar"... Çakıl taşlarının soğuk ve katı anne imgesinden ölümün soğukluğu ve katılığına geliyor gele gele.
Molloy, genelgeçer algılara göre bir yenik, bir yalnız, bir uyumsuz, hattâ bir "deli". Ama onun başarı, başarısızlık, yenmek, yenilmek, uyumlu ve sevilen biri olup olmamak gibi dertleri yok zaten. Tüm toplumsal şablonlara eşit derecede yabancı. Olduğu gibi varolan ve olamayınca da varolmayan bir ademoğlu.
Yapabileceği sadece yazmak, zihninin akışına kendini koyverip habire anlatıyor o yüzden, sözcükler koltuk değnekleri onun. Derdi bir hikâye anlatmak değil, dünyayı ve hayatı yazıyor tüm çıplaklığıyla, göze kulağa hoş göstermeye çalışmadan ve bir anlatı bütünlüğü kaygısı duymadan. İç içe geçmiş sayısız öykü var satır aralarında.
Molloy'un yolculuğu "Hiç" olmaya doğru. "dışarıda dolaşmaktan, kuşatılmış olmaktan, herkesin gözü önünde bulunmaktan usandım." diye yazıyor. İlk bölümün sonunda da aniden buhar olup uçuyor adeta.
İkinci bölümdeki Moran, kaybolan Molloy'u aramakla görevlendirilen bir dedektif. O ve oğlu da "normal" değiller. Tuhaf bir baba, tuhaf bir oğul ve aralarında tuhaf bir ilişki. Bu bölüm boyunca Moran Molloy'a benziyor giderek. Katılaşan diz eklemi, bir bir dökülen uzuvları, on beş adımlık ilerlemeleri ve sürünmeleri ile. Döne dolana vardığı yer ıssız bir virane haline gelen kendi evi. Ev, yuva ve anne mi? Anlatının başında annesinin odasında olduğunu söylüyordu Molloy, o oda bu evin bir odası belki de... Moran Molloy'a mı dönüşüyor, yoksa tersi mi, ilk bölümde Molloy'un anlatıp durduklarını bize anlatan kimdi, ikisi farklı kişiler mi yoksa aynı kişi mi, yazar mı anlatıcıya dönüşüyor yoksa? Yanıtları bulmak (bulabilirse eğer) okura kalmış. Bir yerde anlatıcının dediği gibi, "başı sonu olmayan şeylerin bastırılması imkânsız karmaşası".
Yine kitaptan bir cümle ile, "doğadaki bin türlü krallığın mozaiği içinde, olanca yalnızlığı ve eli kolu bağlılığıyla insan" Beckett'in yazdığı. İronik, sert, sıra dışı, norm dışı. Karakterler yaralanmaya çok açık. Anlatılan her şey acınası, buruk ve sarsıcı.
Maurice Blanchot şöyle diyor: "Burada, birisi güzel bir kitap yazmanın onurlu hazzı uğruna yazmaz, esin diye adlandırılabileceği sanılan o yeğin zorlamayla da yazmaz: bize söyleyeceği önemli şeyleri söylemek için yazar, ya yazmak görevi olduğundan, ya da yazarak, bilinmeyenin içinde ilerlemeyi umduğundan."
Daha nasıl ifade edilebilir ki Beckett?