Gönderi

Bir sigara yaktım ve şu tuhaf düşünce geldi aklıma: "Madem hala bir kibriti üfleyebiliyorsun, dünya senin demektir." Sonra da düşüncelerim, ben farkında olmadan yön değiştirdi; alçak sesle mırıldanıyorum: Basileios Digenis, şaşırtıc' ı Akritas, Her zaman dipdiri gülü Kapadokyalıların Yürekliliğin tacı, gözüpekliğin başı. .. Hala ne görme olanağımız varsa, onları görmeye gittik. Herhalde çok şey kaçırmışımdır. Yalnızca Korama bölgesinde, Kılıçlar Vadisi'nden Matiani'ye, beş kilometre çapında bir alanda, kılavuzumun bütün anlattıklarını görmek için on gün yeter mi bilmem. Ustelik dik kayalara tırmanmak için malzemeniz olması gerekli. İşte toprağın yüzünde bir delik: giriyorsunuz, sütunlarıyla, baştanbaşa fresko kaplı tonozları ve kubbeleriyle koskoca bir kilisede buluyorsunuz kendinizi. Ve biliyorsunuz ki altınızdaki kaya, başka oyuklarla dolu; içinde tüm bir manastırı barındırıyor. Çıkıyorsunuz; gözlerinizi kaldırıyorsunuz ve karşınızdaki kayada, tüm ön yüzü yıkılmış bir narteks görüyorsunuz; Bakire Meryem'i, Başmelek'leri, tonozlu odacıkları, boyalı Malta haçlarıyla, tıpkı bir uçurtma gibi tepeden size bakıyor. Sivri taşların tepesindeki kartal yuvalarına benzer, kayaya oyulmuş, sayısız mağara da cabası. Mağaralarda yaşamak, bu yörelerde çok derinlere kök salmış bir tür içgüdü olmalı. Bu nedenle de İkonakırıcılardan kaçan Aziz Basileios keşişlerinin büyük bölümü Güney İtalya'da yerleşince hemen yeraltına ya da kayaların içine kiliseler kazdılar ve duvarlarını resimlerle kapladılar. Buradaysa mağara yaşamını, bu akınlar, yağmalar ve değişken egemenlikler kavşağının koşulları dayatmıştı. Bunu duvarlarda, kapalı kapıları destekleyen güvenlik kirişinin oturduğu, biçimli kocaman yuvaları gördüğünüzde kesin olarak anlıyorsunuz. Ama daha çok, manastırın girişlerini kapatmak için yuvarlanan, dev boyutlu değirmen taşlarını gösterdiklerinde. Büyük manastırlardı bunlar. Gördüğüm bir yemekhanedeki masa, oturma sıraları, yunaklar, kap kacak konacak duvar oyukları, hepsi de taştan oyulmuştu-, kırk ya da kırk beş kişi, rahatça bir arada oturabilirdi. Buraya kimi ayrıntıları not ediyorum. Bu yörede bir süre, sakin biçimde yaşayabilmeli insan. Gördüklerini bir daha görebilmeli. Oyalanabilmeli, düşüncelere dalabilmeli, düşünüp tartabilmeli. Önlenemez biçimde yok olup gitmiş şeylerin yanında, geçmış bir zamanın tanrısına adanmış bu olağanüstü sunulardan arta kalanları gözlemleme, karşılaştırma olanağınız olmalı. Ve özellikle Yunanlı'ysanız, daha yakından bakmak istiyorsunuz bu onca uzak uçbeyliğinin kavşağına borçlu olduğunuz şeylere, ya da olmadıklarınıza -ama ben çok şey borçlu olduğumuza inanıyorum-; bu kavşak ki bir pota aynı zamanda, çoğu insanın hiç tanımadığı ve dört akımın, Doğu'nun, Kuzey'in, Güney'in, Batı'nın karşılaştığı bir pota ... "Helen geleneği" adını verdiğimiz şeyi devinim içinde görme yürekliliğini göstermek gerek; orada küçücük ve unutulmuş bir ayrıntı, ölümsüz sanat yapıtlarıyla aynı önemi taşıyabilir. Bir süredir dilimizden düşmeyen o "şanlı Bizanslılığımız", ne donmuş, taş kesilmiş bir kutsal şemalaştırmadır; ne de hoşumuza gitmeyen yapıtları önemsizleştirmek için bir bahane. Tersine, durmak bilmez bir düşünceler ve değişik önseziler devinimidir ; bir mayalanma, bir süzgeçtir aynı zamanda. Bizans'ta -eski Yunan'da da olduğu gibi-, varlığından bile haberli olmadığımız ve ruhumuza yabancı sandığımız nice şey var oysa; çünkü çoğumuz -bugün bile, ne yazık!-, yalnızca Akademi 'den ya da Atina'da Anayasa Meydanı'ndan bakınca gördüklerimizi Yunanlı sayıyoruz. Yoğun biçimde bunları düşünüyor insan, burada, Helen dünyasının sınırlarında. "Ben Batistrokos, Başpapaz. çok çalıştım bu kilisede; öldüm, burada yatıyorum; yaşamım söndü, aylardan ...
·
38 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.