Gönderi

520 syf.
·
Puan vermedi
·
4 günde okudu
Bazı kitaplar içimizde bir boşluk bırakıp giderler. Bazı insanlar gibi. Ruth gibi. Ruth Tanrılar kadar kıymetliydi. Çünkü Tanrı'nın yarattığı her şey Ruth da birleşiyordu ve onunla birlikte Tanrıya ulaşıyordu. Ruth "yaşamanın" ta kendisiydi bu yüzden onun gidişi varlıkları değersiz kılıyordu. Tabi bunlar benim yorumlarım, Martin Tanrı'ya inanmıyordu ancak Ruth' a baktığı ilk an sonsuzluğa inanmayı kabul etmişti. Size Ruth'u biraz daha anlatmak istiyorum. Aşık olunan salon kadını Ruth, Martin'in bahsettiği gibi kibar bir kadın değildi. Martin'in fikir yazılarını okuduktan sonra, bu yazıların sağlayacağı faydayı sorgulayacak kadar kabaydı. Pragmatik bir yosmaydı. Çevresindeki insanların yaşadığı hayatı yaşamak Ruth için çok önemliydi. Sıradan bir iş,sıradan bir eş, gösteri budalalığı, diğer insanların gözünde normal bir görünüm kazanmak Ruth için mutluluk demekti. Mutlu olmak için aşkına ihanet edip ondan vazgeçen biriydi, tekrar söylüyorum pragmatik bir yosmaydı. Bunun için onunla ilgili cümlelerime başlarken "yaşamanın" ta kendisiydi dedim. Ruth için daha fazla yazmak istemiyorum, kitabın diğer bölümlerine geçelim. Martin halkın arasından sıyrılmak istemiştir. Seçkin bir zümreye ait olmak ister. Kendisine en uygun mesleğin yazarlık olduğunu düşünür. Yazar olmanın da ön koşulu okumak, çok okumaktır. Martin de tam olarak bunu yapar. Okudukça yoldan sapmaya başlar. Artık amacı o zümreye ait olmak değildir. Gözleri açılmıştır bir kere ve bir daha görmemesi mümkün değildir. Artık öyle bir noktaya gelmiştir ki burjuva sınıfı bile Martin'in konuşmalarından hiçbir şey anlayamaz. Yanında düşüncelerini tartışacağı çok az insan kalmıştır. Kitapta derin felsefi tartışmaların olduğu bölümlerde bu tartışmaları yapanlar ne işçi sınıfına ne de burjuvaya aittir. Geldikleri konum öyle bir yerdir ki artık hiçbir sınıfa ait değildirler. Martin sürekli okumak ve yazmak ister. Ancak hayatta kalabilmek için dönem dönem, makinanın dişlisi olmak zorundadır. Ağır işlerde insani olmayan mesai saatleriyle çalışır. Kendisine, ilgi alanlarına, duygularına yabancılaşır. Bu satırlarda sağlam bir kapitalizm eleştirisiyle karşılaşırız. Martin'in en çok etkilendiği düşünür Herbert Spencer dır. Herbert Spencer 'sosyal darwinizm' kavramını ortaya atar. Yani güçlü olan hayatta kalır ve hep kazanır. Biyoloji ve sosyolojiyi harmanlayan bu fikir son raddeye geldiğinde Nietzsche'nin bireyciliğine ulaşır. Martin bireyciliği göz ardı etmenin patronları besleyeceğini düşünerek sosyalizmi de eleştirir. Kitap boyunca Martin'i her koşulda seven ve ondan vazgeçmeyenler ilk sevdikleri en eski tanıdıklarıydı. Bir tarafta onu kötü zamanlarında kendi mutluluğu için bırakan Ruth varken; öbür tarafta onu sebepsiz yere seven, her şeye rağmen yanında olan insanlar vardı. Martin bu gerçeği farkettiği an ona bir şeyler olur. Bireyin aydınlanışı ve topluma uyumu, onca dünya görüşü, felsefi atılım hepsi bir anda yok olur. Demiştim ya şu pragmatik yosma "yaşamanın" ta kendisiydi. Martin Ruth'u kaybetmiştir. Bir gün kendini denizin serin sularına bırakır. Böylece bireyci Martin Eden ölürken, devrimci Jack London doğar. Jack London bu konuyla alakalı şöyle der: 'Martin Eden bir bireyciydi bense bir sosyalist. İşte bu nedenle ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenle Martin Eden öldü.' Jack London 40 yaşına geldiğinde Martin Eden gibi intihar eder. Bireyciliğin Martin Eden'ı kurtarmadığı gibi sosyalizm de Jack London'ı kurtarmaz. Bazen böyle olur, hiçbir dünya görüşü tutunmanızı sağlayacak kadar güçlü değildir.
Martin Eden
Martin EdenJack London · İthaki Yayınları · 202092,3bin okunma
·
190 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.