Teorik düzlemde postmodern düşüncenin kökleri Frankfurt Okulu'nun Aydınlanma eleştirisine, hatta Nietzsche'nin hakikat eleştirisine kadar geri götürülebilir. Nitekim Nietzsche, hakikatin "metaforlardan... oluşma taaruz halinde bir ordu" olduğunu, dünyanın ardında "yatan tek bir anlamı değil, sayısız anlamları"? bulunduğunu söylerken, kökenini Antikiteye dayandırdığı tahakküm edici tözsel hakikat anlayışını reddediyor, ama aynı zamanda her türlü göreceliğe açık kapı bırakan bir perspektivizmi savunuyordu. Frankfurt Okulu'nun üyeleri ise, Batı Aklı'nın kendi diyalektiğinde zalimlik ve gaddarlık olarak mitosa dönüştüğünü gösterdiklerinde "bilmek ile iktidarın eş anlamlı terimler" haline geldiğini iddia ediyorlar ve buradan hareketle Aydınlanma'nın bilim ve teknoloji maskesi altında teknik, etik ve politik sömürü aracına dönüştüğünü savunuyorlardı. İşte bu tür eleştiriler postmodern düşüncenin temel iddialarına dayanak oluşturmuştur. Nitekim J. François Lyotard meta anlatıların ve onların temelinde yatan hakikatin öldüğünü, "ulus-devletler, partiler, kurumlar, uzmanlıklar ve tarihsel gelenekler" gibi "eski cazibe odaklarının çekiciliğini yitirdiğini", çağımızın artık "küçük ölçekli" dil oyunlarının, küçük anlatıların çağı olduğunu iddia ettiğinde postmodern durumu betimlemekteydi. Böylece postmodernler parçalanmanın, ayrışmanın ve perspektivizmin özgürlük demek olduğunu ve insanın nihayet, Aydınlanma, komünizm ve liberalizm gibi, kapsayıcı toplumsal ve politik projelerin pençesinden kurtulduğunu iddia ettiler. Buradan hareketle postmodernler herhangi bir politik proje önermek yerine fark kategorisinde temellenen bir özgürlük anlayışını savundular.