Baylar ve bayanlar, sizlere birazdan gerçeği sunacağım. Tüm çıplaklığıyla kendi gerçekliğimi ortaya koyacağım. Yazacaklarım ne romanla ilgili ne de romanın dışındadır. Ne incelemenin hakkını verecektir ne de incelemeden bağımsız olacaktır. Ne okunmayacak kadar değersizdır ne de okuyunca aydınlanacak kadar değer doludur. Uzun lafın kısası, her şeyi barındıracaktır ama hiçbir şey bulunmayacaktır.
Her şeyden önce Dostoyevski'ye bakışımı görüşlerimi aktarmak isterim. Bunun için de ilk başta kendimle alâkalı bir paylaşımda bulunacağım. Kendimi bildim bileli, beni tanıyan ve/veya bir şekilde izlenim oluşturabilecek kadar algısına girdiğim insanlar, beni hep 'anormal' veya 'farklı' diye nitelendirmişti. Tabii onların, bu şekilde düşünmelerini sağlayan çok fazla unsur var.
Ancak onlardan şimdi burada bahsetmeyeceğim. Kendimi ve hayatı gerçekten anlamaya başladığım ilk andan, bu ana kadar sadece üç tane olguyu ilginç buldum ve bu olgulardan dolayı da sadece iki eyleme -biri teknik olarak eylem sayılmaz-
tutkuyla bağlandım.
Olgular: 1-) Doğa 2-) İnsan Psikolojisi 3-) Felsefe
Eylemler: 1-) Gözlem 2-) Anlama
Şimdi, tüm bunları göz önüne alınca; Dostoyevski okuyanlar, ona karşı nasıl bir hayranlık beslediğimi sezinlemiştir. Ama onlara, şunu söylemek isterim:
"Siz daha bir şey görmediniz!"
Okumayanlar için ise tüm samimiyetimle şunu söylemek isterim ki:
"Mağaranızdan çıkın, lütfen! Çok şey kaçırıyorsunuz."
Hazırsam başlıyorum.
Kurgusal romanlarda, Dostoyevski en iyi yazar olmayabilir. Fakat eldeki kurguyu doldurma konusunda, ondan iyisi olmadığını düşünüyorum. Bunu, şu şekilde anlatabilirim; yaşamış ve yaşayan bütün yazarların -en bilinmeyenleri de dahil- hepsine aynı bitkinin tohumunu -kurgu- ve aynı büyüklükte bir toprak parçası -kağıt ve kalem- verelim ve kendi hallerine bırakalım. Yaklaşık bir yıllık bir süre boyunca hepsini, kendi hâline bırakalım. Sonrasında hepsini tek tek gezelim. Kimilerinin tohumu fidan vermeye başlamış olur, kimilerinin hâlâ toprağın altında kalmıştır veya girip gitmiştir, kimilerinin yeşerdikten sonra kurumuştur, kimilerinin güzel bir fidana dönmüştür vb. bir çok ve neredeyse hepsi birbirinden farklı şekillerde sonuca ulaştırmıştır. Fakat Dostoyevski'yi benim gözümde ayıran; tohumdan önce toprağa vereceği ilgi ve anlayıştır. Onun alanındaki toprak bambaşka bir şekil almıştır. Neden mi böyle düşünüyorum? Çünkü, Dostoyevski tohumu ne kadar iyi anlayacaksa, toprağı da bir o kadar iyi anlayacaktır. Derin anlayışı ile gelecek olan yaklaşımlar da en iyisi olacaktır. Tohum için en iyi yeşerme noktasını, ne kadar suyu alması gerektiğini, toprağın ona neler sunabileceğini/sunamayacağını vs. tohum ve toprak ilişkisine dair en ufak ayrıntıya kadar irdeleyerek en iyi sonuca varacağından eminim. Süre uzun olsaydı eğer; 10 yıl, 20 yıl vs. gibi zaman dilimlerinde ortaya çıkacak bahçelerden, gölgesi ve güzelliği için gideceğim Dostoyevski'ninki olurdu. Çünkü, doğaya, yani 'gerçek'liğe en yakını onunki olurdu.
Dostoyevski ve Psikoloji. İki ayrı kelime, bir insan ve bir kavram, ama benim gözümde hepsi bütünleşmiş. Dostoyevski'nin, insanın içinde hissettiklerini ve kafasında dönüp duran düşüncelerini anlama yetisi gerçekten muazzam derecede güzel ve korkutucu. Bu durumu, şu şekilde açıklamak isterim; bütün insanlar bir araya gelmişiz ve önümüzde hepimizin yan yana ilerleyebileceği büyüklükte bir mağara -insanın kafası ve ruhu- var. Ve herkes içeride özgürce ve rastgele hareket edebilse bile, kimse kimseye rahatsızlık veremeyecek kadar içi büyük. Bizi mağaranın içinde ne beklediğini bilmiyoruz. Hatta kimileri, neden mağaranın önünde ve diğerleri ile beraber olduğunu da bilmiyor. Ama içgüdüsel olarak, hepimiz oraya doğru çekiliyoruz. Mağaraların derinliklerine ve bulundukları yerlerine göre ilerlemeyi güçleştiren durumları vardır. Aklıma hızlıca gelenlerden bir tanesi ilerledikçe oksijen seviyesi azalır. Attığımız her adımda nefes almak güçleşir. İkincisi ise ilerledikçe ışık da azalır. Görme duyusu ve sıcaklık gittikçe kaybolmaya başlar. Üçüncüsü ise, ilk ikisinin ve başka yan sebeplerin oluşturacağı etkisiyle bilinmeyenin getireceği korku duygusu tetiklenir. Bu da her adım attığımızda kendimizle savaş vereceğiz, demek oluyor. Şimdi, bu ve bunun gibi zorluklar var. İlk adımı kim atacak bilmiyorum, ancak ilk adımı atmadan ve ilk adımı atar atmaz bir çok kişinin vazgeçmesi kaçınılmaz olacaktır. Neyse, gelmeyecekleri bırakıp ilerleyenlerle devam edelim. İlerlemeye devam ettikçe, yukarıda bahsettiğim sebeplerden dolayı vazgeçip geri dönenler olacaktır. Kimisi nefes almakta zorlandığı için, kimisi görememeye başlayınca anlamsız bir ilerleyiş olacağını düşüneceği veya bir şey yapamayacağını düşüneceği için, kimisi bulacaklarından korkacağı için, kimisi de bunların hepsinden dolayı ya da bunlardan bağımsız başka bir sebepten dolayı vazgeçip geri dönecektir. Dostoyevski ve ben ilerleyeceğiz. Açıkçası, bende de bunlardan dolayı vazgeçme istemi var. Ancak onun yanında iken ilerleyebiliyorum. Bana güç veriyor. Onun gözlemciliğini ve anlama yetisini, gözlemliyor ve anlamaya çalışıyorum. Mağaranın içinde ışığın yok denilecek kadar az olduğu yerlere geldik. Ben hiçbir şey görmüyorum. Onunla da ses ve dokunma yoluyla iletişim kuruyorum. O ise her şeyi görüyor. Gözleri ile bile olmasa da benim anlamadığım başka bir şeyle görüyor. Bana mağaranın içindeki taşları, ışığa ihtiyaç duymadan yaşayan hayvanları, orada çok az bulunan suyu, havadaki kokuları vs. her şeyi söylemeye ve anlatmaya başlıyor. Nelerden bahsettiği ancak o bahsettiğinde fark ediyorum. O söylemeden önce hiçbir şey yoktu. Fakat şimdi, mağarayı ve içindekileri aklımda canlandırabiliyorum. Bana taşların yapısındakileri ve dışarıdaki taşlardan farklılıkları ile benzerliklerini; ışıksız yaşayan canlıların neye benzediklerini, nasıl beslendiklerini, nasıl yaşadıkları ve aralarındaki ilişkileri; suyun burada nasıl olduğunu ve mağaranın içindeki yaşamı nasıl etkilediğini; havadaki kokuların nereden geldiklerini ve etkilerini anlattı. Bu güzel konuşmalara dalıp gitmişken bir anda fark ettim ki, biz hariç kimse kalmamış. Herkes vazgeçip geri dönmüştü. O anda tüm benliğime bir korku hâkim oldu. Dostoyevski'ye rağmen daha fazla ilerleyemeyeceğimi anladım ve ona söyledim. O ise "Sen git. Ben daha ilerleyeceğim. Şimdilik bir sıkıntım yok.'' dedi. Ve ilerlemeye devam etti. Geri döndükten sonra oluşan kargaşadan dolayı bir daha Dostoyevski'ye denk gelmedim. Mağaranın en sonuna kadar ulaştı mı, yoksa o da mı belli bir yere kadar gidebildi bilmiyorum. Ancak şunu biliyorum ki, en derine o gitti.
Roman hakkında söylemek istediğim az bir şey var. Onu da benzetme yoluyla söyleyeceğim. Çünkü, inceleme biraz uzun olduğundan sizleri daha fazla baymak istemiyorum ve düşüncelerimi daha iyi nasıl ifade edebilirim bilmiyorum.
Ressam: Dostoyevski.
Tuval: Roman.
Boyalar: İnsan.
Resim: Her renk kullanılarak ortaya çıkarılmış olağanüstü bir eser. Renklerin ahengi, birbirlerine olan uyumu ve güzellikleri ile çirkinlikleri bir arada.
İşte böyle, baylar ve bayanlar. İncelemem buraya kadardı. Buraya kadar okuyan herkese teşekkür ediyorum. Dostoyevski ile sağlıcakla kalın. Saygılarımla.
Dip Not: Hatalarım, noksanlıklarım ve saçmalıklarım için affınıza ve anlayışınıza sığınırım. Duygu ve düşünce yoğunluğundan uyuyamadım. Sıfır uyku ile bunu yazdım. Ki bu da sanrılı düşünceler oluşturmuş olabilir.