Gönderi

Doğduğum kasabaya her yıl, eylülün ilk günlerinde giderim. Sözünü ettiğim günler, üzüm toplama vaktidir çünkü; üzüm tanelerinin duruşunda, tadında ve renginde yankılanan çocukluğumu seyretme vaktidir. Baklan Ovası'nı ikiye bölen Denizli-Uşak yolundan ayrılıp Beşparmak Dağı'nın dibindeki kasabaya doğru yöneldiğimde, her defasında tuhaf bir heyecan kaplar içimi. Direksiyonu kavrayan ellerimin renginde sürü sürü, al ibikli horozlar ötmeye başlar sanki; bakışlarımın orasından burasından tozlar uçuşmaya, zihnimin derinliklerinden gübre kokuları fışkırmaya, hatta bütün bunların arasından da kırk yıl önceki çan sesleriyle köpek havlamaları gelip geçmeye başlar. Yavaş yavaş çocuk olurum başka bir deyişle. Yavaş yavaş, kendi kaynağına akan bir su damlası olur ve aydınlanırım. Eski bir kelime yığınına benzeyen kasaba da, benim kalemimden dökülmüşçesine öylece durur kayalıkların dibinde. Her defasında kollarını iki yana açarak annem karşılar bizi, gözyaşlarıyla birlikte sarılır, koklaya koklaya öper. Babam ne sarılır ne de öper o sırada. İstese bile bunu bir türlü yapamaz nedense. Samuel Becjett gibidir o; yeşile çalan gözleriyle, içinde bulunduğu zamanın dışında kalan meçhul bir noktada durur ve hiç ağzını açmadan herkese ve her şeye oradan bakar. Alıştığımız için, onun sessizliği sessizlik değildir artık bizim gönlümüzde. Daha doğrusu, onun sessizliği ancak o olmadığı zaman sessizliktir. Olmadığı zaman, nereye gittiği de bilinmez Beckett'in; kasabadaki kahvelerden birine gidiyorum diye bazen kalkıp Dinar'a, oradan Konya'ya, oradan Malatya'ya, oradan da Urfa'ya gider ve kasabadaki kahvelerin birinden geliyormuş edasıyla, eve ancak bir kaç hafta sonra döner. Dönünce, zahmet edip anneme bile söylemez nereye gittiğini. Yıllardır, böyle ikide bir başını alıp gitmesine annem alışmıştır artık. Dahası, onun ya bir minibüs, ya bir otomobil, ya da külüstür bir kamyon ilanının peşinden koştuğunun farkındadır. Gene de işte bu "araba sevdası" yüzünden hangi şehre giderse gitsin, üzüm toplama vakti gelip çattığında hep kasabada olur Beckett. Şarap fabrikalarından gelen kamyonlar beklemez çünkü, ne kadar üzüm alacaklarsa alıp birkaç gün içinde kasabayı terk ederler. Bu yüzden, seleler, sepetler, plastik kasalar, teneke kovalar ve salkımları kesmek için kullanılan irili ufaklı testereler çoktan hazırlanmış olur biz vardığımızda. Hemen ertesi gün de, yer sofrasında edilen kahvaltıdan sonra daha güneş üzümlerin buğusunu silmeden alelacele bağa gidilir. Sol bacağının dizden aşağısını bir trafik kazası sonucu Suidi Arabistan'da bırakmış olmasına rağmen çalışmasına arı gibi çalışır ama Beckett bağda da susar sürekli. Onunla birlikte ben de susarım. Başka bir deyişle, babamın sessizliği gelir, benim varlığıda yankılanır o sırada. Sonra, konuşmayı sevmeyen iki erkeğin duruşundan yayılan bu sessizlikler büyüdükçe büyür, bağın dışına taşarak kasabanın üstündeki kayalıklara doğru uzanır. İşte o zaman, genişleyip giden bu sessizliği dengelemek istercesine, annem de inanılmaz bir şehvetle dur durak bilmeden bir şeyler anlatır bana. Hayatı boyunca hiç hikaye okummaıştır ama tam bir hikaye anlatıcısıdr annem. Üstelik, hikaye anlatıcısı olduğunu bilmeyen bir hikaye anlatıcısıdır. Benim gözümde, Ege toprağında yaşayan Hatice adlı bir Şehrazat'tır hatta. Ya da Cervantes'in, Sterne'in, Ahmet Mithat'ın ve Proust'un ruhundan parçalar taşıyan bir acayip ruhtur. Öyle ki, bazen tutar, evinden kalkıp dayılarımdan birinin evine gidişini iki gün boyunca anlatır. Avlular birbirine bitişik olduğu için, yürüdüğü mesafe hepi topu elli metredir aslında. Ama o bu elli metrelik mesafeyi yürürken avlu duvarındaki bir taşın ağartısından sözü sektirip o taşın yıllar önce şimşek çaktığında nasıl sütbeyeaz kesildiğine geçer birden, oradan o yıllarda tanık olduğu bir kavgaya, oradan kavga edenlerin hala sürüp giden husumetine, oradan bu olmaz olasıca husumetin kurbanlarına, oradan bu kurbanlardan birinin yavuklusunun nasıl hastalanıp yorgan döşek yattığına, oradan da ateşler içerisinde sayıklayan bu hastanın komşularından birinin başına gelen daha acayip olaylara geçer. Elli metrelik mesafeyi iki gün boyunca yürüyemez açıkçası. Bu arada, anlatı boyunca, değme hikaye anlatıcılarına taş çıkartacak türden nefes betimlemeler yapar. Bütün bunlar olup biterken, sık sık konu dışına çıktığının ve başlangıçtaki konuyu konu dışına çıkmalarının bahanesine, dayımın evine gidişini de çeşitli hikayelerden oluşan koskoca bir kasaba hikayesine dönüştürdüğümün farkında değildir tabii. Anlatıyı hangi yollarla yavaşlattığının, anlatırken hangi oyalanma tekniklerini kullandığının, anlattıklarına nasıl kesinlik ve görünürlük kazandırdığının, zaman zaman bazı şeylerin üstünü sisle örtüp nasıl bir belirsizlik oluşturduğunun, anlatıyı nasıl hızlandırdığının, bazı yinelemelerle nasıl bir ritim yarattığının, hatta ben meraklanayım diye bazı noktaları açıklamayı nasıl ertelediğinin de farkında değildir. Anlatırken, anlattığı hikayelerin toplamından oluşan bir ruha dönüşür sanki o ve yavaş yavaş uzaklaşır bizden. tabii, ne kadar uzaklaşırsa o kadar da yakınlaşır. Bir yandan da, içinde bulunduğu hayatın içine dönerek emirle yağdırır bu arada. "Artmayınca yetmez, o sofraya biraz daha yoğurt çıkarın" der söz gelimi. Ya da teknede hamur yoğuruşmuşsa, "Bezeleri çokça tutun, Hasan'ım köy ekmeğini özlemiştir" der. Anlatacaklarını anlattıktan sonra da, benim hala yazı yazmadığımı sorar her defasında. Oğlunun acı çekmesine dayanamayan kaygılı bir anne yüzüyle, gözlerimin içine bakarak sorar. Ben de her defasında hala yaramazlık yapmaya devam ediyormuşum gibi yazdığımı söylerim ona. Alacağı cevabı zaten biliyormuşçasına yavaş yavaş başını sallar o sırada. Ardından da "Uyku yok tünek yok, vah Hasan'ım vah, boşlayıver gitsin, gözlerine yazık!" der bana. Sonra, sözü benim kitaplarıma getirir ve kimse karşıma oturup iki satır okuyuvermiyor diye bir zaman dert yanar. 1936'da çıplak ayaklı bir çocukken, ev ev dolaşıp okula öğrenci kaydeden öğretmenlerin karşısında dedemin zoruyla sağır taklidi yaptığı için annem hiç okula gitmemiştir çünkü. Kendi ifadesiyle, el alem okum ayazma öğrenirken o ya kendinden küçük olan kardeşlerine bakmış, ya da eline bir değnek alıp Beşparmak Dağı'nın eteklerinde keçi gütmüştür. Bu yüzden, benim kitaplarımı da hiç okuyamamıştır tabii. Okuma yazma bilmesine rağmen merak edip babam da okumamıştır kitaplarımı, sorulacak olsa herhalde adlarını bile bilmez. Hatta o hep ben yazmıyormuşum gibi davranmış ve bu konuda bugüne dek hiç konuşmamıştır. Benim kitaplığım kitaplarda, öylece durmuştur evin köşesinde. Daha doğrusu, ben durduklarını sanıyordum. Meğer durmuyorlarmış, hele bir bakalım diye eve gelip gidenler alıp alıp götürüyorlarmış onları. Annem de kimin ne zaman hangi kalınlıktaki kitabı götürdüğünü, kimin ne zaman geri getirdiğini unutuyormuş tabii. Üç dört yıldan beri, bundan da yakınır oldu annem. Kasabaya her didişimde, "Ben unuttum, onlarda getirmiyorlar!" dedi kitapları götürenler için. İki yıl önce de; "Sadece bir kitabın kaldı evde, onu da baban kimseciklere vermiyor" dedi. Ben bunu duyunca şaşırdım tabii, sevinçten ne diyeceğimi, ne yapacağımı, hangi tarafa dönüp nasıl bakacağımı bilemedim. Bir süre sonra, konu yeniden açıldığında, yine aynı sözleri yineledi annem. Hatta, sır veriyormuş gibi bana doğru eğilerek; "Sadece bir kitabın kaldı Hasan'ım, onu da baban kimseciklere vermiyor" dedi. Ben de, biraz daha sevinmek için ve sevincimi pekiştirmek istediğimden midir nedir; "Neden vermiyor anne?" diye sordum. "Neden olacak oğlum, kitabın boş yerlerine telefon numarası yazmış da ondan!" dedi annem. Hasan Ali Toptaş - Harfler ve Notalar / Kimseye Verilmeyen Kitap (sayfa 145)
·
122 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.