Gönderi

582 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
·
32 günde okudu
Farklı Yönleriyle : Sefiller
” Benim mutluluğa hakkım yok bayım, ben bir sefilim! Benim kaderim, kara harflerle alnıma yazılı… ” Sefalet.. Bir kelimenin bu kadar yükü taşıdığı henüz görülmemiştir şu içler acısı dünyada. Ve Jean Valjean, daha önce hiçbir roman karakteri bu kadar erdemli bir hırsız olmadı şu kokuşmuş dünyada… Ve sefaleti, uzaklardaki kızına para göndermek için saçlarını kestiren sefil bir annenin, Fantine’nin sözlerinden anlayalım isterseniz : ” Yavrum artık üşümeyecek. Onu saçlarımla giydirdim. ” Bu incelememizde öyle bir kitaptan bahsedeceğiz ki, bu şaheseri sadece özetlemeye kalksak yeni bir kitap yazmış kadar oluruz. O yüzden her zamanki kendi üslubumla, bir kitaptan çıkarılacak dersler üzerine yoğunlaşalım istiyorum. Gelin hep beraber kitabın farklı farklı yerlerinden kesitlerle bakalım bu başyapıta. Kitabımızın ana karakteri olan Jean Valjean, açlıktan kıvranan iki yeğeni için fırıncıdan ekmek ister. Ancak kalbi bir kayanın içi kadar sertleşmiş fırıncımız bir ekmeği çok görür adamcağıza. Jean da çaresiz çalar ekmeği ve yakalanıp hapse atılır. Adaletsiz bir adaletin kurbanı olmuşur. Adalete dayanmayan yasaların boyunduruğunda. ” 14 yaşımdayken karnımı doyurmak için bir parça ekmek çaldığımda beni zindana attılar ve orada tam 6 ay bedava ekmek verdiler. Hayatın adaleti budur. ” İşte tam bu noktada hukukun ve adaletin o yıllardaki uygulanışına sağlam bir yumruk vurur Victor Hugo. Halkı sefalete giriftar edip sonra da açlıktan ekmek çalanları hapse atanların aynı kişiler olmasından yakınır, romanın karakterleriyle. Hugo’nun içsel varlığımız olan ruhumuzu bedenizimden üstün tutan yaklaşımı romanın her yerinden belli belirsiz fışkırıverir. Ama Jean Valjean’ı Jean Valjean yapan o büyük dersi veren piskoposun, erdem kokan kelimeleri kadar da akıcı ve nasihat edicidir çoğu kez : ” Hırsızlardan, katillerden asla korkmayalım. Bunlar dışarıdan gelen küçük tehlikeler. Biz kendimizden korkalım. Önyargılar, işte hırsızlar; günahlar, işte katiller. En büyük tehlikeler içimizde. Bedenimizi ya da kesemizi tehdit edenin ne önemi var? Sadece ruhumuzu tehdit edenden korkalım. ” “Sadece bedenleri, şekilleri, görüntüleri sevenlere ne yazık! Ölüm her şeyi yok edecek. Ruhları sevmeyi deneyin, onlara yeniden kavuşursunuz.” Jean Valjean, kendisini kimsenin tanımadığı bu küçük kasabaya gittiğinde tamamen değişmiş, o iki küçük çocuğu ateşlerin arasından kurtardıktan sonra adeta tamamen farklı biri oluvermişti. Hayatının geri kalanını artık muhtaç ve düşkünlere yani o ağır kelimenin tarifi imkansız külfeti altında ezilenlere yani sefillere yardım etmeye ayıracaktı. Çok çalıştı, zengin oldu, halka durmadan yaptığı iyiliklerle öylesine sevildi ki, en sonunda kral tarafından belediye başkanı ilan edildi. Yani Jean artık zirvedeydi. Hani bir söz vardır, en çok korkanlar en yüksekte olanlardır, çünkü en çok kaybedecek şeyi olanlar onlardır diye .İşte tam da zirveye çıkmışken düşecek ve her şeyini kaybedecek bir ikilem arasında kalır Jean. Ya kendisi sanıldığı için ömür boyu kürek cezasına mahkum edilecek birini kurtaracak ve her şeyini kaybedecektir. Ya da sesini çıkarmadan belediye başkanlığına devam edip yüzlerce fakir yoksul ve muhtaç insana yardım etmeye devam edecektir. Ama denklemin her iki yanında da eşit bir birim varsa o da mutlaka birilerine yardım etmektir. Kendine değil sefaletin pençesindeki insanlara odaklanmıştır Jean Valjean. Bunları düşünürken o gece aklına, yıllar önce bir gardiyanın şu sözleri geliverir birden : ” Kötülük yapmak kolaydır Jean, zor olan iyilik yapmaktır..” Zoru seçer Jean. Ve ne olduysa ondan sonra olur zaten. İşte burada Hugo’nun bir başka eleştrisi vardır. İnsanın her zaman kolay yolu seçtiğini gözler önüne serer Hugo. Öyle değil mi, çoğu zaman zor olanlara kolay olanı tercih eden biz değil miyiz ? Çalışmak yerine tembelliği, yardım etmek yerine sadece bir iki kelimeyle ah vah etmeyi, özür dilemek yerine daha çok kırıp dökmeyi seçen bizler değil miyiz çoğu zaman ? Pekiyi, kapitalizmin durup dinlenmeden, nefes dahi almadan bizlere hedef olarak gösterdiği mutluluk kavramını hiç düşündünüz mü ? Mutlu ol yeter. Sadece mutlu ol. Ne yaparsan yap mutlu ol. Yaptığın başkasının mutluluğunu engellese bile.. Diyeceksiniz ki mutlulukla kapitalizmin ne ilgisi var ? Eğer mutluluk denen şeyin bize olan getirisini bu kadar tanrısallaştırmayı başaramasalardı, mutlu olmamız için o kadar şeyi bize satmayı nasıl başarırlardı sanıyorsunuz. Bugün neredeyse hiçbir şeyi sadece ve sadece ihtiyacımız var diye almıyoruz. Tüketen ve sonucunda kendisi de tükenen insanlardan oluşan bir yıkım ekibiyiz adeta. Oysa sorumluluk ve üretkenlik kavramları öyle kirli gösterildi ki bize. Gerçek mutluluğun insana ne denli bir haz verdiğini, tek günlük çalışmayla o sorumluluklarını yerine getiren bir babanın, ruhunun en derununda hissettiği tarifi imkansız tatmin ve mutluluk duygusunu çok başka adreslerde arar olduk. İşte Hugo da buna değinerek şöyle diyordu eserinde : ” Mutlu olmak ne korkunç bir şey! İnsan halinden nasıl da memnundur! Bunun kendisi için yeterli olduğuna nasıl da inanır! Yaşamın yanlış hedefi olan mutluluğa yönelirken, gerçek hedef olan sorumluluk nasıl da unutulur. ” ” Mutluluk, elde etmek için peşinden koşulacak ve sonra da kaybetmemek için çaba sarfedilecek bir şey değildir. Mutluluk; senden bağımsız olarak, istediği zaman gelir ve dokunur sana. Önemli olan, o eşsiz temas anının tadını çıkarmayı akıl edebilmektir.” Gerçekten de Michael J. Hart’ın ‘Dünya Tarihine Yön Veren En Etkili 100 İnsan ‘ adlı kitabına bakanlar bilir, dünyanın gelmiş geçmiş en etkili insanlarının hiçbiri hayatı boyunca mutluluk peşinde koşan insanlar değildir. Aksine hepsi kendi sorumluluklarını asla aksatmayan ve bunun erdemini bilerek yaşayıp hayatlarını bu sorumlulukları üzerinde bina eden insanlardır. Ancak bunu Hitler olmak için de Mandela olmak için de kullanabilirsiniz. Bu artık kişinin ısırgan otu mu yoksa nazende bir karanfil mi olduğuna kalmıştır. Ancak her iki yolda da yöntem aynıdır : sorumluluklarını geçici mutluluklarına feda etmemek. Kitabın değeri sadece böyle nasihat eder mündemicatında değil, bizi biz yapan duygularımıza verdiğimiz tepkileri analizinde de yatar biraz. ” Bütün acı çekenlerin yaptıklarını yaptı. Nereye gittiğini bilmeden, sokaklarda serseri serseri yürümeye başladı. ” Çok acı çeken biri.. Herkes hayatında bir kere de olsa tatmıştır bu duyguyu.. En büyük acıların da kaynağını buluruz bu dev eserde. ” – Durumu nasıl doktor? – Hastanız çok hasta. – Neyi var? – Her şeyi var ve hiçbir şeyi yok. Bu adam kesinlikle çok sevdiği birini kaybetmiş. İnsanlar bu yüzden ölebilirler. ” Veya şu berbat sosyal medya çağına da bir eleştri bulabilirsiniz kitapta, tabi bunu siz çıkarırsanız. Mesela şu iki kısım bana öyle geliyor ki şu an ki sosyal medya çöplüğünü çok iyi özetliyor : ” İnsanları görmemek onların çok mükemmel olduklarının varsayılmasına neden olur. ” ” Bazı insanlar kendilerini hiç ilgilendirmeyen muammaları çözmek için on hayır işine ayıracakları parayı ve zamanı harcarlar; üstelik bunu para kazanma amacı gütmeyen, keyif için, merakı merakla ödemek için yaparlar. ” Çoğu kez insanların değişmeyeceğini düşünürüz. Ancak Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’in de dediği gibi, değişecek huylar vardır, değişmeyecek huylar vardır. Alışkanlıklarımızla elde ettiğimiz huylarımızı gene alışkanlıklarımızı farklılaştırarak değiştirebiliriz. Piskoposun Jean Valjean’ı nasıl değiştirdiğine bakarsak daha net anlarız bu olguyu. Evine kim olduğnu önemsemeden alıp yedirip giydirdiği ve rahat bir uyku almasını sağladığı Jean, gümüş takımlarını çalıp da polisle geri getirilince, Jean’ı polise şikayet etmemiş, üstüne bu gümüşleri hediye etmişti kahramanımıza. Ve şu kelimelerle tüm romanın geleceğini etkilemişti : ” Jan Valjean, kardeşim, artık siz kötülüğün değil,iyiliğin tarafındasınız. Sizin ruhunuzu satın alıyorum bu gümüşlerle. Sizi karanlıklardan, günahlardan arındırdım ve Tanrı’ya emanet ettim. ” Toplumun bu denli iyiliklere ne kadar garip baktığını hepimiz biliriz. Anlam veremediğimiz bir duygu ile bu tür insanların hep gösteriş meraklısı olduğunu sanarız. Buna da değinmeden edememiş Viktor Hugo : ” En ulvi şeyler en az anlaşılanlar olduğu için, piskoposun bu davranışını “gösteriş” olarak nitelendirenler çoktu. ” Beni tüm hikaye boyunca en çok rahatsız eden de ön yargılardı açıkçası. Hele o dürüstüm diye bir parça ekmek çaldığından bahisle tüm hayatı boyunca Jean Valjean’ın peşinden koşan Javert’ e öylesine anlam veremiyordum ki. Aslında Javert değil di kızgınlığımıza sebep olan. Hemen her dünya klasiğinin mutlaka bir yerlerinde bahis konusu olan ön yargılarımız ve empati eksikliğimizdi. Bu adam sözde adaleti sağlamak için o kadar iyiliğini gözleri önünde cereyan eden Jean Valjean’ı yakalatmaktan, hapse atmaktan çekinmiyordu. Böyle bir insanın sırf adı ‘ünlü hırsız Jean Valjean’ olduğu için asla iyi biri olamayacağını düşünüyordu. Ne yazık. İnsanın gözlerinden sonraki gözleri olan empati yeteneği olmayan bir zavallı. Belki de ömrü boyunca bir sefilin nasıl yaşadığını anlayamadı, gerçek körlüğü yüzünden. Ve yine hayatını aynı hırsız Jean Valjean kurtarınca da bunu kaldıramadı ve kendini oracıkta öldürüverdi. Peki ama niçin ? Çok mu zor insanların değişebileceğini anlamak ? İnsanların iyi olabileceğini düşünmek çok mu zor ? ” 14 yaşımdayken karnımı doyurmak için bir parça ekmek çaldığımda beni zindana attılar ve orada tam 6 ay bedava ekmek verdiler. Hayatın adaleti budur. ”
Sefiller
SefillerVictor Hugo · Kitap Zamanı Yayınları · 201188bin okunma
·
99 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.