Saf aklın öğretisiHUZURSUZLUĞUN FİLOZOFU
Arthur Schopenhauer, o günün Almanya'sı olan Lehistan'da karmaşık bir ailenin içerisinde hayata gözlerini açan, kötümserliğin tarihini yazmış, dünyayı saran o umutsuzluğun merkezinde yer almış bir filozoftur. Aslında 1800'lü yıllarda Schopenhauer filozof değildi? Neden değildi, durun açıklayacağım. Arthur, bulunduğu çağın anlaşılmayanlarından, yoğun çabasına rağmen de fark edilemeyenlerinden birisiydi. Buna en etkin örnek olarak edebiyat dünyasında pek az kişinin bildiği, okuduğu annesi Johanna Schopenhauer'ın zamanın çok satan yazarı olmasıdır. Bestseller olan yazarların eserlerine karşı oturmuş bir önyargı var. Nitekim bu önyargının oluşması da haksız değil. Tamamen satma amacı güden ve esere gündemi taşıyıp kendini dışarıda unutan yazarlar daima yok olup gitmeye mahkumdurlar. John Steinbeck, Agatha Christie gibi yazarlar da uzun zaman bestseller (çoksatan) yazarlar olmuşlar. Hatrı sayılır istisnalar :)
Evet, Johanna zamanın en çok okunan yazarı olmasına rağmen onun vasfı bizim gözümüzde Arthur'un annesi olmaktan ileri gidemiyor. Zamanında ise Arthur'un vasfı Johanna'nın oğlu olmaktı. Johanna çok az bir zaman diliminde ekonomik güçlükler çekmiş onun dışında da sefahat içinde yaşamış birisidir. Arthur ise pek çok yerde kendine yaşam alanı açmaya çalışmış, bunda çoğu zaman başarılı olmuş birisidir. Kitabın genelinde yüksek egosundan izler bulurken ''anlaşılmak'' ihtiyacının zirvede olduğunu görüyoruz. Bu şartlar iki taraf için adil görünüyor, Johanna anlamak, Schopenhauer ise anlaşılmak istiyordu. Şu an yaşamıyor olsa da Schopenhauer iz bırakan bir dahi olmayı başarmıştır. Seçme şansınız olsa neyi seçerdiniz? İyi bir yaşam sürüp ileride anılmamayı mı? yoksa tüm yaşamınızı felsefeye adayıp ileride bir filozof olarak anılmayı mı? Her tercih kendi zaman dilimiyle akledilip anlaşılabilir. Ancak ben Schopenhauer olmak isterdim. Tabii genel hatlarıyla, tamamen değil.
Schopenhauer hayatı boyunca varoluşsal krizlerle boğuşmuştur. Karamsarlığın tarihini yazmış, ''yazdırmış'' biri olarak anılsa da aslında hayattan zevk alan birisidir. Kadınlara düşman olarak anılsa da Mecnun'lara taş çıkartacak aşık rollerini de üstlenmiştir. ''O halde biz kime güveneceğiz abi?'' diyorsan bu sorunu anlamakla birlikte hak da veririm. Ben de anlamıyorum, inandığım, savunduğum değerlerin bandrolünü basan adam aslında bunlara inanmıyor. İnanmıyor ama yaşamıyor. ''Dediğimi yap, yaptığımı yapma kardeşim'' Tamam hocam.
Schopenhauer, ''Saf Aklın Eleştiri''sini sunan adamın (Immanuel Kant) ocağından çıkmadır. Ne kadar kendini belirli bir kalıbın içerisine girmekten alıkoysa da o yüksek egosu daima Kant'ı arşa koymuştur. İnsan yaşamının her alanını anlamak, açıklamak, gün yüzüne çıkarmak gibi bir derdi olan filozofumuz varoluşsal krizin izini 50 yıl boyunca sürmüştür. Din, kitaplar, ölüm, yaşam, aşk vs gibi konuların üstüne Geothe, Aristo gibi düşünürlerin perdesinden ''bence''sini yazıya dökmüştür. Onu diğerlerinden farklı kılan gerçeğin izini sürmesi ve ömrünü buna adamasıdır. Bazen düşünceme şu takılırdı, ''Adam bize rehber, yol gösterici olmak adına bir ömür eskitmiş'' şimdi ''bullshit'' diyorum kendime. Onun tek derdi vardı o da kendisiydi. Tüm öğretilerin peşine kendi hayatını anlamlandırmak adına düştü. Çünkü varoluşsal sancılar bunu gerektirirdi.
Schopenhauer'ın ismi geçince özellikle kadınların yüzünde belirli belirsiz bir küçümseme veyahut dışlama görüyoruz. ''Arthur, kadın düşmanı bi kereee!'' diyorlar. Normalde ben kadın düşmanı olsam bunun ne tarihle ne de magazinsel anlamda bir önemi olmaz. Benim tarihimi en fazla üç kişi merak eder, açıp okur. Karşında kim var senin? Neden yazarları, filozofları bir market gibi düşünmüyoruz. Gerekli olanı alıp çıkabildiğimiz bir market. İşin magazin boyutu daima anlamın önüne geçiyor. Schopenhauer, kadınlara olan tutumundan ve söylemlerinden fazlasıdır. Bu çok net!
Evet madem konusu açıldı Schopenhauer neden kadın düşmanıdır, onun peşine düşelim. O düşmüş ve bulmak için bunca yol kat etmişse, biz de bunun peşine düşelim. Neden düşman olmuştur? Bir insanın ilk vatanı annesidir şüphesiz. Anneden beklenti her zaman yüksektir. Onu öyle yüksek bir yere koyarız ki onun düşüşü bizim de düşüşümüzü getirir. Anne Johanna'nın düşüşü farklı bir düşüştür. Gözden düşmüştür o. Schopenhauer'ın babasına olan itaatsizliği, evinde düzenlediği toplantılar (Geothe gedikli bir katılımcıdır) en büyük etkenlerden biridir. Arthur, kendi potansiyelini gördükten sonra annesinin yazdıklarına karşı inanılmaz bir tiksinti duymuştur. Çünkü aşk veyahut yaşam annesinin yazdıklarından daha fazlasıdır. Aynı şekilde Johanna da oğluna daima uzaktır. Yazdıklarını beğenmez, eksik bulur. Kadınlarla arasına konan uçurum Johanna'yla başlar, aşık olduğu kadınla zirve yapar. 19.yy'da da kadına ve kadının eylemlerine olan uzaklığı da hesaba katarsak, ''kadınlar kötüdür''ün zihne yerleşmesi de uzak bir ihtimal değil. Schopenhauer'dan daha geniş bir bakış açısı elbette beklerdim, ancak böyle düşünüyor diye tam anlamıyla onu kenara itemem. Siz de etmeyin sevgili kadın kardeşlerim :)
Geothe'ye hayrandır Schopenhauer, aynı şekilde o da ona hayrandır. Odasında Buda büstünün yanısıra bir de Geothe büstü bulunur. Kendi yazdıkları dışında iyi de bir okurdur. Sanatı bilen, akleden, özümseyen bir yapısı vardır. Doğu'nun nimetlerinden faydalanmış yalnızca burnu büyük Batıcılardan olmamıştır. Buda'nın öğretilerini, Hindistan yaşamını ele almıştır.
Schopenhauer'ın en önemli takipçilerinden Nietzsche dindar yetiştirilmişti, hatta ona ''küçük papaz'' diyenler bile olmuştu. Dini reddetmesine yol açan kendi araştırmasının yanısıra ikinci el bir kitapçıdan Schopenhauer'ın İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya'yı satın alması olmuştu. Bu kitapta Schopenhauer bize kaderimizin ilkel, temel bir itici gücü olarak uzlaşmaz bir İrade fikrini verir. Yirminci yüzyılın dehşetini rahatsız edici bir şekilde öngören insani durumun üzücü derecede kasvetli bir vizyonunu sunar. Biblos Yayınevi'nin basımını 2 ayda okumuştum, bakalım Doğu Batı Yayınları'nı ne kadar sürede okuyacağım :)
Karamsar filozofumuz yaşamı acı ve can sıkıntısı arasında sallanan bir sarkaç olarak düşünüyor. Kader, bir çiftlik sahibidir ve biz o çiftlikte yetiştirilen besiler olarak önce yetiştirilir, sonra kesilir ardından yemek oluruz. Buna yakın bir düşünceye sahiptir Schopenhauer.
Aslında söylenecek onca sözün içinden cımbızla cımbızla bunlar çıktı. 30 sf bile yazılabilir, hatta daha fazlası da. Saygıyı hak eden, okunup, özümsenecek düşünceleri barındıran filozofumuzun özyaşamını yalnızca 23 kişi okumuş. Kitap aslında 598 sf değil, 500 sf. Öncelikle kalın kitaplara karşı alerjisi olanları rahatlatalım, geriye kalan sayfalar kaynakları içeriyor. Yazardan tek not kırdığım yer bazı yerlerde kaynaklar bulunmamasıydı. Neyse ki araştırmacı ruhum açıkta kalan yerleri kapattı :) Keyifli, bol istifadeli okumalar.