Öbür Amerika kentlere, geniş caddelere ve loş sokaklara dağıttı bizi. Seherden sabahtan akşama geceyarısına, ürkek, erketede, ardımıza düşmüş yilgi verici bir gölgeden durmaksızın uzaklaşmaya çalışarak XX. yüzyılı izle- dik. Şüphesiz Boston'un kibar, Los Angeles'in havai, Dallas'ın (ya da Austin'in) zengin taşralı, Miami'nin yanı erotik panoramaları eksik değildi bu Amerika tablosunda; gelgelelim, asıl imge motorunu çalıştıran onlar değil. di: Tepeden tırnağa şiddet tinılarıyla yüklü New York ve Chicago siluetleri kaplamıştı zihin perdemizi: Göçmen gemilerinin yanaştığı sisli rıhtımlardan harekete geçen, oradan hızla içki yasağı yıllarının ve 29 krizinin bağışlama bilmez sahnelerine sıçrayan, sonra da milyarderlerle berduşların aynı enlem ve boylamı paylaştığı, yeraltında uğuldayan, kenar mahallelerde aralıksız ge- rilen, Tarantino'nun filimlerinde iki kelimeden birini "fuckin"" heceleriyle ses- lendiren ölçüsüz hızda bir şeritti içimizden akan. Bu Amerika tutuyordu dünyayı, hem de ona kusuyordu içinde kabaran safrayı. Manhattan'da gece- leri cent hanesi hızla dönen "our national debt" ışıklı panosu, World Trade Center'ın dev ikiz kulesinde döndürülen ekonomik Babil Çarkları, şehrin her köşesine büzüşmüş karto-nevli adamlar ve kadınlar, umut ve kahır, yarış ve pes etme, Limousine'ler ve tabutlar: "Sabun ve Kan".
Firdöndü görüntülerin arasından, gün geldi, herbirimiz için Amerikan Düşü eritilmez bir karabasan halini aldı. Baktık, anlayamaz olduk sonunda: Tam neydi, "American way of life" dedikleri - köpüren sabun muydu, kan mıydı?