Kitap beni Manhattan’dan Montreal’e, Paris’ten Berlin’e, hatta bir ara Roma’ya bile götürdü. Bu kentlerin hepsinde en az bir kez bulunduğumdan olsa gerek çok keyiflendim okurken ama galiba en yoğun duyguyu Manhattan’da hissettim, hüzünlendim.. Julia yağmurlu Manhattan sokaklarında yürürken veya Central Park’taki sincaplara fındık verirken ben de ona eşlik ettim. Henüz kendi olma çabalarının çok başında o sokaklarda yolunu arayan 13 yıl önceki Mervi’ye de eşlik ettim sanki..
Spoiler vermekten çok korktuğum bir hikaye, o nedenle içerikten söz etmeyeceğim. Büyüsünü bozmak istemem. Klişe gibi gelmişti ilk başlarda ama okudukça değil gibi de geldi. Bu konuda garanti veremiyorum, belki size klişe gelebilir ama kesinlikle sıkıcı değil. Dili çok akıcı, kurgusu çok başarılı ve 304 sayfanın nasıl aktığını anlamıyorsunuz bile. Bir oturuşta en az 40-50 sayfayı rahat devirebileceğiniz kitaplardan. Bence çeviri de başarılı. Hele bahara çok yakışır, bence tam bir ilkbahar hikayesi.
Evet bir klasik değil, ama kesinlikle başarılı. Hediye de edilir, alınıp okunur da. Bana çok iyi geldi. Onca ebeveyn kitabı ve psikoloji kitabı arasında bir soluklandım.. Dinlendim.. En güzeli de, bazı kitapları bitirdiğimde hissettiğim o şeyi duyumsadım nice sonra: içimde bir yerler sağaldı, onarıldı sanki.. Velhasıl, Marc Levy’nin edebiyatını da, ismi hayli uzun olan bu kitabı da çok sevdim.