Kitabı okumaya başlamadan önce Hüseyin Nihal Atsız'ın hayatına göz gezdirdim. Turancı, ırkçı anti-İslamcı görüşe sahiptir cümlesini okuduğum vakit duraksadım: Böyle bir adamdan ne bekleyebilirim ki, dedim. Elimi kitabın sayfalarında gezdirmeye başladım ki yanıldığımı anladım. Daha romanın başından büyülenmeye başlamıştım. Mekan tasvirleri ve karakter psikolojileri ustaca kaleme alınmıştı ki kendimi cidden bir kağnı üstünde yol alırken hissettim. O dönem Osmanlısının atmosferi ruhuma işledi. Kitap buram buram tarih kokuyor desem yanılmam sanırım. Rumların yavru ceylan gibi kaçma yeteneklerinin, Sırp ve Bulgarların çıyan yüzlü olmalarının ve Macarlara "Kafirde yiğit varsa eğer o sade Macardır" şeklinde hitap edilmesinin hepsinde bir mana var. Gökçen'e gelir isek... Bazı söylentilerde Gökçen'in gerçek hayatta var olduğu, Atsız'ın öğretmenlik yaptığı dönemde aşık olduğu yeşil gözlü bir kadının romandaki tasviri olduğu anlatılır. Ne kadar doğru, onu bilemem. Fakat şunu biliyorum ki Gökçen'in romandaki yeri farklı. Böyle olağanüstü bir kadının Murat'ın hayatında bıraktığı derin etkiler romana ayrı bir zevk katmış.
Kitap hakkında üzüldüğüm tek bir nokta var: Deli Kurt'un sonu... Her ne kadar üzülsem de bunların hepsi gerçek. Kitabın Osmanlı kardeş katli sisteminin bir eleştirisi olduğunu anlamakta pek zorlanmamak gerek. Tek bir kazananın olduğu bu davada mağlup olanın başına gelecekleri fevkalade özetleyen Hüseyin Nihal Atsız'a sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, Allah'tan rahmet diliyorum.