(...)Biraz leblebi alsam. Beş kuruşluk. Sonra bozacı. İçine leblebileri doldurarak bir dikişte içebilmek hünerdir. Atatürk’ün boza içtiği bardak duruyor cam içinde. Kimbilir daha ne kadar duracak? Birden yağmur boşandı. Vakit geçirmeli, bir bardak daha. Karanlık çöküyor. Annem merak edecek. Ya dersler ne olacak? Yarın kimyadan sınav var. Belki geometriden de. Yeni Sabah’ta yarın öykümü göreceğim. Adımı dizecekler koca koca harflerle. Sanki bütün Türkiye okuyacak. Belki Hale de… Yazmayı seviyorum, birden çoğalıyorum sanki, bir kişi değilim; on yedisinde değilim; değişik yaşlardayım, belki kırk, belki elli, belki daha ilkokul yıllarında… Bitmez tükenmez gibi geliyor anlatmak istediklerim. Şu dersler olmasa, cebirler, fizikler, kimyalar…
(...)Koca bir defter vardı elimde. Esat Mahmut’un romanının içindeydi. Nâzım Hikmet’in şiirleri. Vefa’da okuyan Vedat getirmişti. Şair Vedat. Divan tarzında şiirler yazardı, ezberinden Galipler, Bakiler, Nedimler dökülür durmadan… Yahya Kemal’i biraz severdi, aruzla yazdıklarını. Bir de Nâzım Hikmet… “Ah, bir de aruzla yazsaydı, ne olurdu bilir misin?”
Nazım Hikmet’i eve götüremedim. Bunlar tehlikeli şiirlerdir. Eskiden basılı kitapları vardı bende, 835 Satır, Taranta Babu. Vedat bu şiirleri, bir öğretmeni varmış ondan almış gizlice, beş kopya çekip ona geri verecektim. “Hem senin daktilon da var,” demişti.(...)
(...)Âşık bir çay daha getirdi. Bir de kendisine… “Ne okuyorsun?” dedi.
Şairdi o da. Arada bir türkü söylerdi. Adanalıydı. ‘Urfa bir yana düşer zülüf gerdana düşer’i bağıra bağıra inletirdi kahveyi. Urfa türküleri en üstünleriymiş! Hasan bayılırdı bu türkülere, o Urfalıydı, ama sesi yoktu. Bir de film türküsü vardı: ‘Yeşil gözlerini ufkuma ger ki / Bahar geldi diye şarkı söyliyem.’ Hasan, pencere önüne oturur, elini alnına dayar, mısra dizerdi alt alta. Serbest yazardı daha çok. Orhan Velileri tutardık birlikte. Şiir böyle olmalıydı. Konuşur gibi… Herkesin içinden geçenleri, bir anlık duyguları, izlenimleri kısaca vermekti şiir.(...)