Böyle anlarım var. Durup gözlerimi kapadığım, bir anın geçmesini beklediğim. Gelmelerini değil hep gitmelerini bekliyorum. Elimden başka bir şey gelmiyor.
Aynı evin içinde başka biriyle süzülebilmeyi, sadece çıplak ayak seslerini duyarak dolaşabilmeyi, bir şeyi söylemeye gerek duymamayı, karşılıklı masada otururken duyulacak tek sesin kızarmış ekmeğin üzerine gezinen bıçağın tıkırtısı ya da kahve fıncanının masaya konurken çıkardığı ses olmasını. Ufak tefek şeylerden bahsetmek zorunluluğunun olmamasını. Nasılsın? diye sorulmamayı, Nasılsın? diye sormamayı. Bıçakla tabağın kenarında tuttuğum ritimden, içimden hangi şarkının geçtiğinin anlaşılmasını.
Benim annesizliğim nasıl da prim yapıyor başka anne kızlar arasında. Birbirlerini daha bir severek, daha bir nemli gözlerle bakıyorlar. Yürekleri titreyerek.
Ve ben yaprak içinde yaprak, bir gülsem kendi içime bile erişemiyorum. Değil ki başkasına göstereyim. İçimde sıkışmış ne duygu varsa, ellerimden fışkırıyor.