Derslerden, sınavlardan hatta genel olarak hayattan her sıkıldığımda kitaplara sığınmış bulurum kendimi. Zaten yakınlarında bir kitap olmazsa rahat nefes alamayacağımı düşünenlerdenim. Bize soluduğumuz oksijeni veren sevgili ağaçların ruhu için bir nev-i saygı duruşu anlayacağınız. Özellikle sınav haftalarında bir hikâye kitabı bulundururum elimin altında. Bu defa da telefonum aracılığı ile ulaşabildim sığınağıma. Çok ulaşabildiğimden emin değilim ama. Bazen dergi okumak falan tamam ama kitabı hissetmeliyim elimde. Bu fazla sanal geliyor bana. Bundan sebeptir ki bir türlü dalamadım kitaba. Zaten otobüste, sınav dönüşlerinde, bazen sınav öncesi hocayı beklerken kısacık aralarda okudum kitabı. Bir bakıma arka kapı oldu bana. Yıldızları, geceyi öyle severim ki... Hayal kurmaya fırsatım olmadığı anlarda yetişti imdadıma diyeyim.
Exupery'nin anlatım tarzını seviyorum. Arka planda üzerine roman yazılacak olaylar dönerken, karakterlerin iç dünyalarına şahit oluyoruz aslında. Bu da hayata farklı bir açıdan bakmayı gerektirir. Başka biri yazsaydı bu kitabı, gece uçuşuna çıkan pilotun yaşadıklarını belki hissettiklerini anlatırdı. Fakat biz yerde kalanlarla ilgileniyoruz. En azından bu hikâyede. Yerde kalanların hisleri ile. Otoritenin gereklilikleri, yalnızlık belki, bir küçük parça endişe, bir küçük parça kaygı, disiplin elbette.
Her yazar kendinden bir parça bırakır mı yazdıklarına bilemem ama Exupery'nin bunu bol miktarda yaptığını görüyoruz. Uçak sevgisi, gökyüzüne olan hayranlığı farklı karakterlerde bolca yansıtıyor. Kendi ölümünün kurgusunu yapmış mıydı acaba hiç diye düşünmeden edemiyorum.