bir özbilincin ancak bir başka özbilinç tarafından öyle kabul edildiği ölçüde kendinde ve kendisi için var olacağı savı, Hegel felsefesinin, özbilinci daha başlangıçtan itibaren bir toplumsallık ortamında ele alması bakımından, diğer bilinç felsefelerinden kesin olarak ayrıldığı kanısına yol açmaktadır.
İsa ölmekle, üstelik genç ölmekle, insanla Tanrı arasında gerçekleştirdiği uzlaşımın duyumlanabilir boyutunu ortadan kaldırmış, böylece insanla Tanrı arasında doğru ilişkinin nasıl olacağını göstermiştir: Tanrı kendini seyir konusu olmaksızın da gösterebilir. Tanrı ölmüştür. O artık görsel düzeyde çalışan hayal gücünün değil, hatırlamanın konusu olacaktır.
Estetik, beraberinde zorunlu olarak getirdiği maddesel, bireysel, duyumsal boyuttan ötürü, kaçınılmaz olarak, kavram-öncesi, yani akıl-öncesi ve (Hegel’de bu üçü aynı şey olduğu için) dil-öncesi bir şeydir.
Hegel’in çağdaşları arasında oldukça yaygın olan “sanatın ölümü” düşüncesi, çağdaşlarının tersine, Hegel’i üzmemektedir. Çünkü sanat, bir dil-öncesi, ya da başka bir deyişle, kötü konuşulan bir dildi.
Sanat türlerini mimarlıktan başlayıp heykel, resim, müzik ve şiirden geçerek nesre ulaşan ve giderek maddesel olandan, duyumlanabilir olandan uzaklaşan bir biçimde sınıflandıran Hegel, çağının tipik sanat türünün roman olduğunu söyler. Bu sanat türlerinin kendi iç gelişim süreçleri de aynı yolu izlemektedir; giderek duyumlanabilir olandan, yani kökensel anlamıyla estetik olandan uzaklaşma
Bilgi kendi kendini yadsıyarak diyalektik ilerleyişinde sürekli olarak yeni bir nesnenin doğuşunu görecek, değişenin kendisi değil, karşısında bulunan ve kendisinden başka olan, kendisine yabancı olan nesne olduğunu düşünecektir.
Bastırılmış istek olarak çalışma yoluyla doğayı dönüştüren kölenin biçim verici etkinliği sayesinde insan dünyayı kendisine yabancı bir öz olarak ortadan kaldırır, onu kendinin kılar.