Ağabeyim, bana ne kadar güneye gidersem havanın o kadar ısınacağını söylemişti; hem güneyde İstanbul vardı...
İstanbul! İsmi bile beni hayallere sürüklemeye yetiyordu.
Geçenlerde ağabeyime, "Neler soruyordum sana?" dedim.
"Yanıtı mümkün olmayan sorular." dedi.
"Ne gibi?"
"Yıldızları kim yaptı? Işık nereden geliyor? Güneşi kim yaptı? Batınca nereye gidiyor? Sonsuza dek, her sabah doğacak mı?"
"Sen ne yanıt veriyordun?"
"Bir süre uyduruyordum; sonra yorulunca 'Bilmiyorum! Uyu artık! ' diyordum."
"Bilmiyorum, uyu! "
İşte her gecenin son sözü buydu.
Ne var ki o uyuyordu ama ben uyumuyordum.
Ağlıyordum; çünkü bazı şeyler sonluydu; çünkü karanlık, ışığın arkasında pusuya yatmış bekliyordu. Ağlıyordum; çünkü kapaktaki güler yüze ve sevgiye kanmıştım ve hayallerden uyanmak kötüydü.
Yıllar sonra, gerçeklik sana bunun tam tersini kanıtladığı zaman bile buna inanacaksın. İnanmak zorundasın, elinden başka türlüsü gelmez; çünkü senin anlamının kökleri, ailenin topraklarına gömülüdür. Ne olursa olsun, senin varoluş nedenin onlardır.
Gerçek yazı bambaşka bir yerde, ta derinlerde, arzın ateşten merkezinde, insanın karanlığının yüreğinde bulunur. Bu iki aşırı uç arasında ilerler ve dengesini korur.