Ne hatır biliyorsunuz, ne gönül! Ne insanlık biliyorsunuz, ne kardeşlik! Ne büyük biliyorsunuz, ne küçük! Ne ağa biliyorsunuz, ne de bey! Ne Allah biliyorsunuz, ne de Peygamber!
“…Dışarda da kıyamet kopuyor. Kopar ya! Varsın kopsun! Hemi de bu köylüye, bu eşşek millete layık! Hemi de bin beş yüz kere layık! Oldu mu?”
“Ne yapacaksın bu gece yarısı saatını, şu kızılca kıyamet içinde? İşte al saatını! Al işte!”
Koca Osman saatını aldı:
“Ölüyün körünü yapacağım Kamerce, ölüyün körünü,” dedi. Dudaklarında inceden bir gülümseme vardı.
Bunların böyle hep sevgiyle, birbirlerine kırılmadan dalaşmaları Memedi mutlulandırıyordu. Bu iki yaşlı insanın kurdukları dünya sonsuz bir sevgi, bir hoşgörü dünyasıydı. Dışardaki gürültü gittikçe büyüyordu. Memed şu iki çocuklaşmış insanı düşünüyordu. “Bütün insanlar böyle olsalar,” diye geçirdi içinden. “Bütün insanlar böyle… Kim bilir ne güzel olurdu şu dünya, şu insanoğlu!”
"Bir ağaç ne kadar ulu, ne kadar güçlü, ne kadar sağlam olursa olsun, onu toprağından çıkaracak olursanız kurur. Bizi toprağımızdan çıkardılar, biz kuruyacağız."
Azrail gelse yurdumdan bir yere bir daha ayrılmam. Öldürsünler beni. Boynumu kılıçların altına uzatırım, boynum kıldan incedir, vurun, vurun ki kanım baba yurdumun toprağına saçılsın.
"Bu dünya böyledir," diyordu. "Sular hendeğine dolar. İnsanlar doğar ölür, gün doğar batar. Ağaçlar büyür çürür. Sular akar, bulut ağar. Ağayı öldürürsün, ağa gelir yerine. Bir daha öldürürsün, bir daha gelir
Bir ağaç ne kadar ulu, ne kadar güçlü, ne kadar sağlam olursa olsun, onu toprağından çıkaracak olursanız kurur. Bizi toprağımızdan çıkardılar. Biz kuruyacağız.