Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

İslam Hukukunda Değişmenin Sınırı

Ekrem Buğra Ekinci

Sözler ve Alıntılar

Tümünü Gör
18.Asırda Vehhâbîliğin ortaya çıkışıyla da Ibni Teymiyye ekolü bir nevi milis kuvveti kazanarak Suudî siyasî otoritesinin himayesiyle yayılmaya başladı ve zamanla bütün Arabistan'a hâkim oldu. Maamafih Vehhâbilik, İbn Teymiye'nin fikirlerinden çok daha aşırı bir yol tutmuştur. Öyle ki, ibni Teymiyye'nin caiz değil dediğine, Vehhâbîler' caizdir demişlerdir. Böylece enteresan bir tenakuz doğmuştur ki, İbn Teymiyye, hem modernistlerin, hem de dini eski saf hâline döndürme iddiasındaki fundementalist telâkkilerin önderi olarak görülmektedir, Protestanlığın kurucusu Luther'e benzetilen İbn Teymiyye'nin fikirlerinin devlet eliyle yayılması, eski mücâdeleyi tekrar alevlendirdi. Bu mücâdele yirminci asrın başlarından itibaren bir bakıma İbn Teymiyye'nin yolunu sürdürmek iddiasında olan Muhammed Abduh ve talebesi Reşid Rızâ'nın faaliyetleri neticesinde bir gelenekçiler modernistler mücâdelesi halini almış ve günü­müze kadar kıyasıya devam etmiştir.
Abdülganî Nablusî, Keşfii'n-Nûr min Eshâbi'l Kubur adlı risalesinde özetle diyor ki: "Âlimleri, velîleri, seyyidleri ta'zîm etmek, bunlara saygı göstermek için, mezarlarının üzerine sanduka, örtü ve sarık koymak; mezarları üzerine kubbe, türbe inşâ etmek caizdir. Bu, aynı zamanda, ziyaret edenlerin sıcak ve yağmurdan korunmasını da temin eder. Selef-i sâlihîn zamanında bunlar yapılmazdı. Fakat, o zaman herkes kabirlere hürmet ederdi. Fıkıh kitaplarında 'Vedâ' tavafından sonra, geri geri giderek, Mescidü'l haramdan çıkmalıdır. Böyle çıkmakla, Kâ'beye ta'zîm edilmiş olur' yazılıdır. Selef-i sâlihîn, geri geri çıkmazdı. Fakat onlar, Kâ'beyi ta'zim etmekte kusur yapmazlardı. Kâ'be ye örtü koymak da eskiden yoktu. Zamanm ve şartların değiş­mesiyle buna sonradan fetva verildi, meşru oldu. Hadîs-i şerîfte, 'Bir kimse güzel bir çığır açarsa, bu yolda bulunanların her birine verilen sevap gibi, buna da verilir' buyuruldu" İslâmiyette inşa edilen ilk türbe Hazret-i Peygamber  'in türbesidir ve Selef-i sâlihîn zamanında yapılmıştır.
Sayfa 104Kitabı okudu
Reklam
Aslen Anadolulu olup, ömrünü Mısır'da tamamlayan, son devir Osmanlı ulemâ­sından ders vekili Zâhidü'i-Kevserî, Din ve Fıkh başlıklı makâlesinde, "zamanın ve mekânın değişmesi ile hükümlerin değişmesi, hükmün değişik hallere göre tafsîlidir. Yoksa, zamanın değişme si ile mutlak mânâda hükümlerin değişeceğini düşünmek, ilahî nizamı, insan mahsulü kanunlar seviyesine indirir" diyor.
Zamanın fesadı sebebiyledir ki, dördüncü asırdan itibaren, ehliyeti olmayan kötü niyetli şahıslar ortaya çıkıp kendilerini müctehid olarak lanse eder ve şer'î olmayan bir takım mesnedsiz fetvalarla müslümanlar iğfal edilebilir korkusuyla, ictihad ehliyetini hâiz olan kimseler mutlak müctehidiik iddiasında bulunmamış; İslâm hukukçuları da yeni bir mezhebin tesisi için yeni bir ictihad usulünün konulmasına karşı çıkmışlardır. Böylece sonu gelmeyecek ve lüzumsuz münâkaşalann meydana çıkması­nı istememişlerdir. Bu neticeye varırken de İslâm hukukunun sedd-i zerâyi' prensibine istinad etmişlerdir. Bu sebeple artık bü­tün meselelerin o zamana kadar tedvin edilmi bulunan dört mezhebin ictihadlarına inhisar ettirilmesi hususunda zımnî icma' doğmuştu.
Sayfa 102Kitabı okudu
Emevî halîfeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir ikisi hâriç, kötü kimseler değillerdi, Içlerinde, II.Muaviye, Abdülmelik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve müttekileri ekseriyetteydi. Hanedanın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber'in kayınbiraderi ve vahy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Vatandaşlar sulh ve refah içerisinde idiler, istanbul ilk defa bunların zamanında kuşatılmış ve Hazreti Peygamber'in "Kayser'in şehrine ilk sefer eden ordu mağfiret olunmuştur" hadîsinin müjdesine kavuşulmuştur /Râmuz, 1/159, (Buhârî'den) Bilhassa İspanya, daha önceleri Gotlar elinde vahşi bir belde iken. Endülüs Emevî sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar edilmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmış, ilim, sanat, ticaret, ziraat ve güzel ahlâka çok ehemmiyet verilmişti. Avrupa'ya ilim ve estetik kıvılcımı, ilk defa buradan sıçramıştır. Evet. Emevîler arasında sefih bir hayat sürenler vardı. Ama bunların da millete bir zararları olmamış; ancak kendi nefislerine zulmetmişlerdir islâm hukukçuları bunların zamarında serbestçe ilmî faaliyette bulunarak fıkhı meydana getirdiler. |Bkz. Ni­şancızâde, 11/5 ] Abbasî tarihçileri, zamanlarının hükümetine yaranmak için, Emevîlerin hatalarını şişirmiş, hatta bunları kötülemek için hadîs bile uydurmuşlardır. Bazı Osmanlı tarihleri de zaman yakınlığı ve sınır komşuluğu bakımından Abbasî tarihlerinden tercüme edilmiş ve onların tesiri altında kalmış olduğundan, aynı yanlışlıkları tekrarlamıştır.
Sayfa 129Kitabı okudu
En iyi hidâyet vesilesi anlatmak değil; numune olmaktır. Lisan-ı hâl, lisan-ı kâlden entaktır.
Reklam
Şah Veliyyullah Dehlevî diyor ki: Nitekim Hazret-i Peygamber'in üç türlü vazifesi vardı: Birincisi, Kur'an-ı kerîm ahkâmını bütün insanlara tebli etmek, bildirmek idi. ikincisi, Kur'an-ı kerîmin manevî ahkâmını, yani Allah'ın zâtına ve sıfatlarına ait marifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine yerieştirmektir. Buna ihsan (irşad, tasavvuf) denir. Üçüncüsü, Kur'an-ı kerîmin ahkâmını, vaaz ve nasihat ile yapmayan müslümanlara, kuvvet kullanarak, zor ile yaptırmaktır. Buna saltanat denir. Hazret-i Peygamber'den sonra gelen dört halîfeden her biri, bu üç vazifeyi tam olarak başardı. Hazret-i Hasan'ın halifeliği zamanında, fitneler çoğaldı, islâmiyyet üç kıt'aya yayıldı. Resulullah'ın nuru, yer yüzünden uzaklaştı. Sahâbe-i kiramın sayısı azaldı. İnsanlar artık baştakilere gönülden itaat etmemeye başladı. Böylece bu üç vazifeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bu üç vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Usul ve fürû' ahkâmını tebli vazifesi, din imamlarına, yani müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden iman bilgilerini bildirenlere mütekellimîn; fıkıh bilgilerini bildirenlere fukahâ denildi. İkinci vazife, Ehl-i beytin oniki imamına ve tasavvuf büyüklerine verildi. Üçüncü vazife, yani dinin ahkâmını kuvvet, satvet ve saltanat ile yaptırmak işi, meliklere ve sultanlara, yani hükümetlere verildi. Böylelikle hilâfet saltanata dönüşmü oldu. Bu halifelere melik-i adûd denildi. Bunlara mecazen halîfe denilmiştir.
Sayfa 128Kitabı okudu
100 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.