Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

İslam'ın Siyasal Söylemi

Bernard Lewis

İslam'ın Siyasal Söylemi Gönderileri

İslam'ın Siyasal Söylemi kitaplarını, İslam'ın Siyasal Söylemi sözleri ve alıntılarını, İslam'ın Siyasal Söylemi yazarlarını, İslam'ın Siyasal Söylemi yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Günümüzün korku verici baskıları ve gerilimleri yüzünden modern ulus devletlerin yüzeydeki görünümleri çatlayıp kırıldıkça dipten, daha önceki, daha eskilerdeki zamanların uzun uzun yaşanmış bağlılık, sadakat ve özdeşleşmişlikleri yüzeye çıkmakta, yeniden hayata dönmektedir.
Genel olarak, İslam dünyasında yerlerin kutsanmışlığı yaygın görülen bir şeyse de, yaşayan kimselerin ve insanların eylemlerinin kutsanmışlığı İslam’ın kesinlikle kabul etmediği bir şeydir.
Reklam
Müslüman siyasal yazınında yöneten ile yönetilenlerin karşılıklı görevleri ve yükümlülükleri konusunda yapılmış birçok tartışmalara rastlanmaktadır. Bu tartışmaların odağında üç önemli konu bulunmaktadır: (1) yönetenin seçilmesi, atanması ya da irsi olarak yöneten konumunu devralması; (2) yönetenin yönetilenlere karşı, yönetilenlerin ise yönetene karşı yükümlülükleri; ve (3) bunlara bağlı olarak, otoritenin ve itaatin kapsamı ve sınırları.
Hukuk açısından, toplumsal açıdan, birçok yerde ekonomik açıdan, kadınlar ve Müslüman olmayanlar, Müslüman bir köleden daha iyi konumdaydı. Siyasal açıdan ise bu böyle değildi. İlke olarak, Müslüman olmayanlar siyasal hayatın dışında tutulmaktaydılar. Bu kimseler Müslüman toplumda geçici ikahmetgahı olan biri olarak yer alabiliyordu. Bunların ikisi de kabul görmüş ve olağanlaşmış hukiki kavramlar haline gelmişti. Fakat ne birinin, ne de ötekinin kişiye siyasal haklarsağlaması söz konusu değildi. Ta ilk zamanlardan modern zamanlara kadarİslam literatüründe siyasal nitelik taşıyan makamlara kafirlerden kimselerin atanmamasından ya da genel bir deyişle “Müslümanların işlerinin bunlara bırakılmamasından” söz eden birçok örnek verilebilir. Öte yandan, böyle şeylerden söz edenmetinlere sık rastlanıyor olmasında anlaşılıyor ki buna her zaman da uyulmamış. Gerçekten de ilk zamanlardan itibaren devletin bir çok yönetsel biriminde Müslüman olmayan pek çok kişi görev alabilmiştir. Fakat hemen hemen her kurumda böylesi görevler, idari görevlerden ibaret kalmış ve ast konumdaki yerler olmuştur.
ilk gününden zamanımıza kadar, İslam toplumlarında, yönetici hanedan üyeleri dışındaki kişiler için, irsi unvanlar, hiçbir zaman soyluluk mertebesi olmamıştır. Çok sınırlı ve yerel geçerliği aşamayan bazı kuraldışı durumlarda ise bu unvanlar hukuken değil, adap erkan gereği kullanılan terimler olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemiştir. Fakat İslam ayrıcalıkları reddetmişse de, eşitsizliği kabul etmiştir; bazı durumlarda bunu zorunlu da kılmıştır. Hukukun tesis ettiği ve teamülün yüzyıllar boyu devam etkisi ile pekiştirilmiş ü. tür eşitsizlik, bu açıdan, özel bir önem taşımaktadır: Efendi ile köle, erkek ile kadın ve Müslüman olan ile Müslüman olmayan kişi arasındaki eşitsizlik. Bu üç eşitsizlik, elbette ki, birbiriyle örtüşebilen ya da bazı örneklerde birbiriyle kesişebilen üç yarı eşitsizlik sınıflnadırması oluşturmaktadır. Bunlardan birine ya da ötekine girmek-girmemek ve bu durumun uygulamada getirdiği sonuçlar zamana ve yaşanılan yere göre değişmekteydi.
Gerçekten de devletin oluşumuna ve yaptığı işlere katılma hakkını da ifade eden bir terim oluşu ve kökeni itibarıyla Fransız ve Amerikan devrimlerine, eski Yunaniştan’ın kent devletlerine dek uzanan bir geçmişe sahip oluşuyla yurttaş sözcüğü Müslüman siyasal yaşamının bütünüyle dışındaydı. Bu nedenle de İslam’ın siyasal dilinde karşılığı yoktu.
Reklam
Han ve hakan unvanları Türk ve Moğol kökenlidir, İslam’ın ilk döneminde İslam dünyasının Asya kıyılarında zaman zaman kullanılmaktaydı. Moğol fetihlerinden sonra önemi artmıştır. Moğol fetihleri ile birlikte önemi artan han unvanı yalnızca Cengiz’in soyundan gelen hükümdarlarca kullanılabilmekteydi. Tarihin büyük fatihlerinden Timurlenk bile hiçbir zaman han unvanını kullanmayı düşünememiştir.
İslam’ın ilk yüzyıllarında, krallar ile halifeleri karşılaştırmak gelenek olmuştu. Halife, Allah’ın yasalarına göre yaşayan İslami bir yönetimi çağrıştırırken, krallık bu dinsel ve hukuki meşruiyetten yoksun kişisel yönetimi ifade için kullanılmaktaydı. Tarihçi el-Taberi, Halife Ömer ile ilk İranlı Müslüman Salman arasındaki bir konuşma zikrediyor: “Salman, Ömer bana sordu: Ben kral mıyım, Halife mi? dedi. Salman, sorusuna şu yanıtı verdi: “Müslümanların tarlasına toprağına bir dirhemcik bile vergi koyduğunda bunu hukuksuz, haksız yerde kullanırsan Halife değil, kralsın demektir!” ve Ömer ağladı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Müslüman millet de bir taneydi ve bu terim Türk, Arnavut, Arap, Kürt ya da Müslüman cemaati içinde yer alan başka etnik gruplar için, hiçbirini ayırt etmeden, hepsini birden ifade ediyordu. Osmanlılar dış dünyayı bile ayrı gözle görüyorlardı. Sultanların Kraliçe I. Elizabeth'e gönderdiği ilk mektuplarda kullanılan hitap şekli "Saadetlü Hıristiyan Cemaatinin faziletli leydisi, İsa tarikinin muhterem koruyucusu, Nasıra İmamının halkının başı, ihtişam ve şanın timsali, İngiltere vilayeti Kraliçesi," idi. İngiltere'nin kraliçesi oluşu dördüncü derecede gelmekte ve özelliği belirtirken de İngiltere'den küçümseyici bir biçimde vilayet olarak söz edilmektedir.
Otoritenin genel ve soyut anlamda karşılığı olarak kullanılan bir başka sözcük ise Sultandır. Bu sözcük de Kuran'da kimi yerde iktidar, kimi yerde koruyucu ve kimi yerde de özellikle etkin iktidar anlamlarında ve sık sık mubin-sultan mubin; bildirilmiş otorite sıfatlarıyla kullanılmış bulunmaktadır. Kuran'da, ayrıca, birinin diğeri üzerinde yetkisini kullanması anlamında da geçmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, buradaki kullanımı, erken İslam dönemlerinden beri sürüp gelen bir anlam. Halife Muaviye tarafından Irak'ı yönetmesi için gönderilen Ziyad'a atfedilen ünlü bir söylevde, Ziyad'ın buradaki insanlara hitaben "Sizleri Allah'ın bize verdiği yetkiyle (Sultan) yöneteceğiz." deyişinden de bu anlaşılıyor.
Reklam
İslam siyasal düşüncesi ve İslam'ın devlet anlayışı konusunda çok yaygın iki temel yanılgı vardır. Bunların birisi İslam siyasal düşüncesinin ve devlet anlayışının teokratik olduğudur. Diğer ise despotça, hatta diktacı olduğudur. Bu düşünceler bir yanlış anlamdan kaynaklanmaktadır. İslam devletinin teokratik olduğu ya da olmadığı sorunu kendi başına anlamı olmayan, semantik bir sorudur; yanıtı teokrasinin tamamına göre değişebilir. Eğer teokrasi diye tapınağın (kilisenin) yönettiği bir devleti kastediyorsak; yani ruhbanın yönettiği bir devletse İslam'ın böyle bir devleti düşünmediği, son günlere gelinceye kadar da böyle bir teokrasiye yönelmediği açıktır. Çünkü İslam'da tapınak kurumu ve ruhban sınıfı yoktur. İslam din biliminde bu anlayış bulunmamaktadır. Bunun nedeni, İslam'a göre Allah ile tek tek müminleri arasında aracılık yapma görevi üstlenmiş bir rahiplik kurumuna yer olmayışıdır. Kurumsal olarak da piskoposluk gibi hiyerarşiler olmamıştır.
Devlet, hukuku yaratmaz; devletin bizzat kendisi hukukun yarattığı bir olgudur.
İslam devletini; hükümdarın bütün iktidarı eline geçirmiş bir despot ve uyruklarının da tamamen onun merhametine kalmış ve sığınacak hiçbir hukuki güvencesi olmayan biri olduğu bir sistem olarak resmetmenin gerekçesi yoktur. Böylesi bir İslam devleti tasavvuru kurumsal yönden de, uygulama yönünden de yanlıştır. İslam hukuku hükümdara hiçbir zaman mutlak iktidar vermediği gibi, belirli bir süre için de olsa böylesi bir iktidar elde edebilmiş Müslüman bir hükümdar olmamıştır. Geleneksel İslam görüşünde devlet, hukuku yaratmaz; devletin bizzat kendisi hukukun yarattığı ve varlığını sürdürmesine izin verdiği bir olgudur. Bu hukuk da Allah’tan kaynaklanır ve yorumlanması bu işler için gerekli bilgi ve yetileri kazanmış kimselere düşen bir iştir. Sıradan bir insan kadar hükümdarın da bu hukuk karşısında boynu kıldan incedir; onun görevi hukuku korumak, hakim kılmak, uygulamak ve sürdürmektir.Hükümdar bu amaçla yasalar, yönetmelikler yapma; hukukun ne söylediğinin anlaşılmasını sağlayacak açıklamalar oluşturma ve hukuku uygulama yetkisine sahiptir. Hükümdarın yasaları kaldırması, değiştirmesi ya da değiştirme biçiminde eklemeler yapması mümkün değildir.
Müslüman ülkelerin çoğunda din adamlarının, bir meslek kesimi olarak, iktidarı ellerine alması gibi bir uygulama olmamıştır, İslam’da Papalık devleti diye bir devlet olmadığı gibi, İslam tarihinde bir Kardinal Richelieu, Wolsey, Mazarin ya da Alberoni de olmamıştır. Bu bakımdan da günümüzün İran’ındaki mollalar yönetimi İslami teamülden radikal bir kopmadır.
Fıkh konusunda bugüne dek yapılmış bütün çalışmalarda, metinlerde, neredeyse istisnasız, yönetimle, hükmetmekle ilgili ayrı bir bölüm bulunmakta; hatta kimi yazarlar bütün bir çalışmalarını sırf bu konu üzerine yoğunlaştırmışlardır. Fakihlerin önem verdikleri nokta, bütün bu çalışmalardafelsefi düşünceler veua siyasal kuram geliştirmek, hatta devlet adamlığının nasıl olması gerektiğini tartışmak değil, düpedüz, İslami hukuku temel almış bir teşkilat-ı esasiye (anayasa) hukuku tesis etmek olmuştur. Şeri’a dediğimiz İslam’ın Kutsal Hukuku insanın her alandaki davranışlarını, iş ve edimlerini düzenleyen; bu nedenle de, doğal olarak, devletin eylem ve edimlerini her boyutuyla ele alıp tartışabilen bir hukuktur. İslam’ın anlayışı gereği hukuk ilahi bir kökene sahip olduğu için, devlet ve yönetimle ilgili hukuk alanları da bu nitelikteydi. Hukukun diğer alanlarında olduğu gibi bu alanında da yargıcın işlevi spekülasyonda bulunmak ya da yeni düşünceler ileri sürmek değil; açıkça elinin altında olan kuralalrı uygulamak, gerekiyorsa Kuran’daki genel ilkeleri esas almak, Peygamber’in söylediklerinden ve edimlerinden (Hadis Geleneği) ve İslam hukunun kabul ettiği öteki kaynaklardan hükme varmaktı. Fakih ne felsefi bir soyutlama ve ne de tarihsel bir olgu olarak ilgilenmekteydi devletle. Fakat devleti Allah’ın insanoğullarına ilahi bir armağanı, Allah’ın insanoğluna dirlik kazandırmak için sunduğu bir oluşum olarak ele alıyorlardı.
İslam’ın tarih üzerine düşünmesi, gözlem yapması, siyasal analizlere başlaması ise bunun tam tersi yönünde olmuştur: Bir yenilgi ile değil, bir zaferle; bir imparatorluğun çöküşü ile değil, doğuşu ve yükselişiyle başlamıştır. Müslüman gözlemciler için, daha ilk günlerden itibaren, siyasal otorite insani bir kötülük ya da katlanılması zorunlu bir şeytan değil; ilahi bir lütuf olarak ortaya çıkmıştır. Siyasal gövde ve onun içindeki egemen güç, sunduğu iman bilinsin, yasaları yürüsün, muhafaza edilsin diye Allah tarafından emredilmiştir. Hıristiyanlar gibi, Müslümanlar da Allah’ın insanoğlunun işlerine müdahele edebildiğine ve insanoğlunun önüne çeşitli sınavlar koyabileceğine inanmaktadır. Ama İslam’a göre, Allah kullarını sınamaktan çok, onlara yardım etmeyi; özellikle de dünyada muzaffer olmaları, en üstün düzeye çıkmaları için yardım etmeyi sever.
168 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.