Anımsamıyordu. Eskiden neydi? Anımsamaya da çalışmıyordu. Zaman zaman pencereden görünen manzaranın eski biçimi diye düşündüğü bir görüntü belleğinde canlanır gibi oluyordu, sokak belirip siliniyordu, sanki bunlar eskiden ne olduğunu, şimdi dönüştüğü şeyi açıklayabilirmiş gibi. Eskiden ne olduğu öteki kıyıda, çatlağın öte tarafında kalmıştı, bu doğru_şimdi olduğu şey ise tuhaf bir boşlukta. Anımsayamazdı, anımsayanın kim olduğunu bile söyleyemezdi...
Zamanın başlangıcından beri aynı gün yaşanıyordu, her gün aynı güne uyanılıyor, aynı gün kendini tekrar ediyordu.
Zamanın akışı gelip zaman dışının bu durgun havuzunda birikiyor, donuyordu.
Düştüğü bu dar, zamanın ilerledikçe durup derinleştirdiği boğucu aralıkta, parçalanmanın eşiğinde, ne kımıldamak olanaklıydı, ne de kımıldamamak. Ne eyleyebilir ne de bütün bütüne kımıltısız kalabilirdi. Bu aralıktan geleceği açıklıkla görebiliyordu:
Gelecek ıssız, kara, soğuk bir çöl gibi uzanıyordu, geçip giden tüm bu parçalar da, zamanın kırık bir saat gibi dağıldığı bu çölde öteye beriye savruluyor, kum taneleri gibi sürüklenip, dönüp, yeniden dağılıyordu.
Onlar eyliyordu, kendi isteklerinin, arzularının sonucu eyliyorlarmış gibi yaşıyorlardı. Onun ise tüm yaptıklarında zorlama bir yan, bir hoşnutsuzluk, bir eksiklik (yani kendisi) vardı. Yaşayan onlardı. O ise yaşamıyordu. Onların bir yaşamı vardı. Onunsa henüz bir yaşamı yoktu. Yaşamaya daha başlamamıştı bile. Yaşamı ilerideydi, belirsiz bir uzaklığın öte tarafında yaratılmak için onu bekliyordu. O zaman bu özlenen yaşam bir ilk gençlik düşü gibiydi.