Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Rüya Sineması

Sadık Yalsızuçanlar

Rüya Sineması Gönderileri

Rüya Sineması kitaplarını, Rüya Sineması sözleri ve alıntılarını, Rüya Sineması yazarlarını, Rüya Sineması yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Tarkovski, filmiyle bize yeniden hayatın anlamına ilişkin unuttuğumuz soruyu soruyordu. Le Clezio'nun ifadeleri çınlıyordu salonda: "İnsan, kendi varlığının ne olduğu hakkında yüksek bir düşünceye sahip değilse dünya üzerinde aşağılık olan, korkunç olan her şeye karşı bir duyarlılığı yoksa, insan iyi şeyler yazamaz."
Gazzali, "iyiliğe ulaştıran her şey iyidir'' derken daha çok konjonktürel bir durumdan söz ediyordu. Bunu ilke alarak işe koyulduğumuzda, sonuçta nasıl netameli ve tehlikeli alanlara girebileceğimizi tahmin etmek güç olmasa gerek. İyiliğe götüren şeyin de iyi olması gerektiğini, dil-mana, şekil-muhteva özdeşliğinde aramamız gerekiyor. Dil anlamdır ve şekil muhtevadır, yoksa içeriği dilin belirlediğini savunan posbno dernistler gibi hakikat diye bir şey olmadığını kabullenmemiz gerekecektir. Oysa bizler kendi varlığımızdan daha kati olmak üzere, hakikat denilen bir üst gerçeklik kalına inanıyoruz ve bunun içlemi ve kaplamı bakımından neredeyse sonsuz bir alan içerdiğini düşünüyoruz. Dünyevi ve alt gerçeklik katlarını çevreleyen aşkın, metafiziksel bir hale ... İşte bizim içimizde de her şeyi tutan bir şey olarak, bir İlahi Merkez olarak bu hakiki gerçeklik alanı var. Onun dili ise bana sorarsanız hala sükut ve semboldür.
Reklam
Sonsuzluğun yankısı", diyor Nasr, "güzelliktir. Güzellik bir an tahdit rabıtasını aşarak prangaya vurulduğumuz zinciri kırar ve bu yüzden de ruhumuz güzelliğe susar. İnsan ne ka dar çok tefekkür edip maneviyatını zenginleştirirse, güzelliğin gücünü serbest bırakmakta o kadar hassaslaşır ... "
Üstad'ın radyo, televizyon ve sinema gibi teknolojik burjuva uygarlığının ürettiği araçlara yaklaşımı, NİYET ve nazar kavramlarında ifadesini bulan bir öte Gerçek kavrayışından besleniyor ... İnsan insanın kurdudur'un karanlık dehlizlerinde anlam aramaktansa, Varlık bir mecaz (ikon)dır, her şey kendine bir, Yaratıcı'sına dönük binlerce yüze sahiptir' in zenginliğine dalıyor. Onun namı ve hesabına eşyayı kullanmanın halife-i ruy-i zemin'lik anlamına geldiğini söylüyor. Gaflet nazarı. Emirdağ Çiçeği'nde de Hüve Nüktesi'nde de Gerçeklik kavrayışında herşeyi özerk akıl ekseninde yeniden kurgulama hülyalarıyla kıvranan, gele gele anlamsızlığa vurguda karar kılan postmodernist sanatçıya kainatın Samedani bir Kitap olduğunu hatırlatıyor. Öyle bir kitap ki harfleri, sözcükleri, işaretleri hep onu anlatmak üzere bir araya geliyor, kendi başına bir anlam ifade etmeyen biraraya geldiğinde mana kazanan harf gibi varlığın ikonik niteliğini gösteriyor.
Büyük günahı işleyen bir müminin psikolojisine ilişkin Lemalar'da geçen bir yorum bu bakımdan bana ilginç geliyor. Nefsin, küçük bir hazır lezzeti, gelecekteki binler lezzete tercih ettiğini belirten Bediüzzaman, bunu korkuyla da irtibatlandım. İnsan şimdi bir tokat yemektense bilinmeyen gelecekte sürekli ve şiddetli bir azaba razı olur. Duygular akli muhakemeye galip gelir. İlerde ulaşacağı sonsuz mutluluğu düşünmez. Bu yanılgının ruhsal nedenlerine şöyle işaret edilir: Tevehhüm, his ve heves, ileriyi görmüyor belki inkar ediyor. Nefis dahi yardım etse mahall-i iman olan kalp ve akıl susar, mağlup olur. Şu halde kebairi işlemek imansızlıktan gelmiyor belki his, heves ve vehmin galebesiyle akıl ve vicdanın mağlubiyetinden ileri gelir. Bakara suresinin başında gözlerine perde gerilmiş olanlardan söz edilir. Büyük günahta ısrarlı olunduğunda, kalpteki siyah noktanın büyüyerek imanı kovacağı ve gerçeği göremeyecek bir körlüğe giriftar olunacağı, kalbin mühürleneceği belirtiliyor. Böylesi gerilimli bir süreç sanata konu edildiğinde insanın hem ruhsal boyutları hem de toplumsal ilişkileri açısından, derinlikli bir anlatıma kavuşabileceğimizi sanıyorum. Burada günah çıkarmaktan söz etmediğimi de belirtmeliyim. Günahın deşifre edilmesini değil, belki mecazi bir anlatımla bu dramatik sürecin öy-külenmesini savunuyorum.
Tarkovski'nin öğüdünde olduğu gibi inanmaya, sadece inanç sahibi olmaya ihtiyacımız var: "En önemli şey, şu bize anlamak için değil, yalnızca hissetmek için verilmiş olan simgeye sıkı sıkı sarılmak. İnanç sahibi olmak, her şeye rağmen inanç sahibi olmak. Bu, çok boyutlu dünyada biz tek bir boyuta mahkum edilmişiz. Bunun farkındayız ve hakikatten mahrum olma durumumuz nedeniyle işkence çekiyoruz. Bizim bilmeye ihtiyacımız yok. Bizim gereksinimimiz sevmek ve inanmak. İnanç, sevgi aracılığıyla bize bilmeyi iletir."
Reklam
Kainatın bir kitap şeklinde yazılmış olduğunu belirten Bediüzzaman, ağacın hayat tarihçesinin çekirdeğinde, çiçeğin hayat görevlerinin tohumunda ve bilinç sahibi her varlığın sergüzeştininse hardal gibi küçük kuvve-yi hafızasında dercedilmiş olduğunu söyler: "( ... ) ve bütün mülkünde ve devair-i saltanatında her ameli ve her hadiseyi müteaddit fotoğraflarla alarak muhafaza eden ve rububiyetin en ehemmiyetli bir esası olan ... " Burada fotoğrafın zihnimizi bir soyutlamanın içine atacak biçimde yorulanması bana ilginç geliyor. Televizyonda resmin bu amaçla kullanılmadığını, doğasındaki niteliğin manipüle edilerek uyuşturucu ve uyutucu özellikte tanımlandığını düşünüyorum.
Tarkovski'nin öncelikle söz edilmesi gereken özelliği, hayatı şiirsel bir mantıkla algılamasıydı. Şiiri hakikatle olan ilişkisinin özel bir biçimi olarak görüyordu. Varoluşun şiirsel yapısını, filmlerinde oluşturduğu rüya evreniyle yansıtmaktaydı. Bu bağlamda Alexander Grin gibi sanatçıların yazgısını ve karakterini örnekler. Açlıktan ölmek üzereyken eline kendi yaptığı yayı alır, dağlara avlanmaya çıkar. Ya da Van Gogh'un trajik yazgısı, Michael Prişvin'in sonsuz bir sevgiyle bağlandığı Rus doğasına benzeyen çehresi ... Ona göre tüm gerçek sanatçılar o muazzam duygusal gücü kavramış, hayata, sadece araştırıcı olarak değil o yüksek manevi değerlerin ve yalnızca şiire özgü güzelliğin inşacısı olarak katılmışlardır.
Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda Kuran'ın ışığıyla gördüm ki, yol bir bataklığa girdi. Pis ve kokuşmuş çamur içinde insanlık düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selametli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı araçlara tutunmuş. Çoğunluğu karanlıkta gidiyor. Sarhoşluk nedeniyle çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor, düşe kalka gider, ta boğulur. Bir kısmı ise bataklığı anlar, pis olduğunu hisseder fakat mütehayyirdir, selametli yolu göremiyor ... "
BediüzzamanKitabı okudu
Sözün hayatlanması, anlamların cisimleşmesi cansız bir nesneye ruh üflemek gibidir. Zamanı donduran ve saptayan görüntülerdeki büyüsellik adeta camid bir şeyi canlandırır, anlamı cisimlendirir ve ona hayat verir. Bediüzzaman, Muhakematta, bir Arap şiirini örnekleyerek şöyle der: "Nasıl büyücü şair, emel ve yeisi cisimlendirmekle hayatlandırarak bir muhabereyi temsil eyledi. Güya sinematograf gibi bu şiir senin aklına rüya görünüyor ( ... ) Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir." Sinemanın psikolojik inandırıcılık özelliği bu anlamda hem seyirci açısından tehlikeli bir boyuta sahiptir hem de gerçeklik gösterimlerindeki nesnel gibi gözüken yönüyle aldatıcıdır, filmsel anlatım adeta büyücü gibi insanı etkisi altına alır ve ona sunduğu gerçekliğin biricikliğini iknaya çalışır. Medyaya dikkatli bir konumdan bakmak gereğine işaret edenlerin ne denli haklı oldukları, buradan da anlaşılabilir. Fellini'nin, sinemayı Hitler'den daha tehlikeli bulmasında da bunun etkisi olsa gerek
Reklam
Ayşe Şasa'nın ifadeleriyle söylersek, "Herhangi bir Batı filmini ya da televizyon yayınını rastgele çekip alın, orada ta derinlere, dokuya nüfuz etmiş, gizli bir manevi bunalımın yaygın bir bulanıklığın izlerini görmekte gecikmezsiniz. Orada hep zihin tırmalayıcı ritimlerin, şizofrenik şekil oyunlarının, ölçüsüz bir saldırganlığın, şiddetin ve bütün bu durumlara ayrı ayrı eşlik eden genel bir ruhsal yıkımın, kolektif bir psikozun damgasını bulursunuz. Orada zaman ve mekan hep köleleşmenin, yabancılaşmanın, tıkanmanın, kabzolmanm, kahrolmanın alametlerini ve alarmlarını yayar." Marksist estetiğin soyuta izafe ettiği bu olguyu, aslında kapitalist teknolojinin ürünü olmak bakımından Prometheci dünya görüşünün, yani kendisinin de ürettiği bir sonuç olarak görmek gerekiyor.
Jeanne D'arc'ın içsel yaşayışını perdeye yansıtan Dreyer, insanların iç dünyalarına bu yolla ulaşabileceği düşüncesindedir. Bergman'ın Yedinci Mühür' ünde de yoğun bir mecazi anlatım egemendir. Çağdaşlarınca dikey sinema şeklinde adlandırılan Bergman filmlerinde, Rayınond Lefevre'e göre, düşsel gerçekliğin özgül bir anlatıma kavuştuğu görülür: "Fantazinin gerektirdiği her şey var burada: Melekler, azizler, ejderhalar, peygamberler, şeytanlar, çocuklar, tüyler ürpertici hayvanlar ... Yunus' un balinası, cennet yılanları, kıyamet kartalı ... Ölüm bir koruda yere oturmuştu ve bir şövalye ile santranç oynuyordu. Bir yaratık faltaşı gibi açılmış gözleriyle bir ağaca yapıştığı sırada, ölüm ağacı kesmeye başladı. Yumuşak inişli tepelerin üzerinde ölüm, karanlıklar ülkesine doğru son dansını yapıyordu." Dreyer filmlerinin Tarkovski sinemasında olduğu gibi birer kıssaya dönüşmesi, gerçeğin düşlemsel biçimde sunulmasından ileri gelir, modem kıssalar .
Sinemanın rüyayla ilişkisi göstergebilimin ruhbilimle ilişkisi gibidir. Dili, kavramları belirten bir göstergeler dizgesi biçiminde tanımla yan Saussure, kutsal nitelikli törenlerle bir toplumda, incelik belirtisi sayılan davranış biçimleriyle karşılaştırılabileceğini vurgular. Sinemada görüntü hem gösteren hem de gösterilen olduğundan, göstergesel değil, ikonik ve belirtisel boyutundan söz edilebilir
Göz, inanan ışığıyla aydınlanır ve nesnelere yansıyan bu nurun aksiyle görür. İnsanın veçhesinde olduğu gibi kainatın katlarında Allah'ın güzel isimleri her an tecelli etmektedir. İman bu isimlerin okunması için ışığı yakar, bir şimşek gibi nesnelerin loşluğunu ve geleceğin karanlığını siler. Gözbebeğimizde balarısı gibi konduğu her nesne ve olgudan, her güzellik usaresinden devşirdikleriyle bir estetik adese oluşturur. Düşlerimizde sonsuz evren gerçekliğiyle yüz yüze geliriz. Uyuyunca sanki sınırsız bir boşluğa düşer, yükselir ve tanımsız bir yolculuğa çıkarız.
Sözler'de şöyle bir yorum yer alır: "Gündüz uyanıkken güzel bir söz söylersin, bazen rüyada leziz bir elma şeklinde yersin. Gündüzün çirkin bir sözünü, gecede acı bir şey suretinde yutarsın. Çirkin bir gıybet etsen, gece, pis bir et suretinde sana yedirirler. Şu dünya uykusunda söylediğin güzel ve çirkin sözleri cennet ve cehennem meyveleri suretinde yiyeceksin." Dünya hayatı bir uyku, bir rüya gibidir. Geçici ve zeval bulucu bir hanedir, bir geçittir dünya. İbrahim Hakkı şöyle der: "Dünya senin gölgendir, ey sevgili, kovalarsın kaçar, durursun durur, kaçarsın kovalar."
87 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.