Insan en çok beden dağının mücevherinden yaralanır..Kalptir orası. Bütün yaraları oradan alırız. Görünmez yaralar.Dikilmez yaralar.Kanamayan ama insanı öldürüp bitiren yaralar...
Sırlar insanın kaburga kemiklerine gizlenir çünkü orası kafes gibidir.Gizlendikleri yerde kuş gibi kanat çırpar dururlar. Özgür kalmak isterler.Sırlar dile düşmek isterler.
"Kadınların hiçbir zaman akıtmadıkları denizler dolusu gözyaşı vardır. Bre çünkü analarının sırlarını, babalarının sırlarını, erkeklerinin sırlarını, cemiyetin sırlarını ve kendi sırlarını mezara götürmek üzere eğitilmişlerdir."
II. Abdülhamit’in saltanat sürdüğü İstanbul’da yaşayan bir ailenin öyküsü “Venüs”. Absürd bir doğum sahnesiyle başlıyor ve bir çok absürd kahraman ve olayla sürüp gidiyor. Kendine has uslubuyla, özgün konusuyla, biraz tanıdık biraz yabancı bir dünyanın güzelliklerini sermiş önümüze. Şekina ve Nergis'in hikayesi aslında bu kitap. Bir "kadın manifestosu" içerir. Muşmula ağacı altında ve Boğaz'ın serin sularında başlayan kitabımız yine aynı yerde bitiyor.
Üzerine II. Abdülhamit’in gölgesi düşmüş, tedirginlikle dalgalanan İstanbul’da karşılıyor bizi Venüs. Önce doğuyla batının tam ortasında, Boğaz suları üzerindeki bir sandalda gözlerini dünyaya açan kahramanımızla tanışıyoruz. Bize 1908’de başlayan yaşamöyküsünü anlatıyor, anlatmalara doyamıyor. Doğumda ölen anne; oğlu değil de kızı oldu diye üzülen baba; aşkı, kendisini, erkekleri çok seven Şekina Hala. Ha bir de 350 yaşında olan Nergis Kadın var.Ailenin yedi kuşak hizmetkârı.
Yazar bazı yerlerde çirkin imalarda bulunmuş ve bunları da güzel sözlerle gizlemiş diyebilirim. İma ettiklerinin isimlerini yazmamış ama siz kimler olduklarını okurken tahmin edebiliyorsunuz sırf bu yüzden kitabı yarıda bırakabilirsiniz. Yine de üslûbu,yazım şekli hoşuma gitti. Okuyabilir misiniz bilemem çünkü duyduğuma göre daha güzel kitapları varmış :)
Ac çekenin, merhamet edeceği kuyruklu yalan. İnsan bir
tek kendisine acır. Düşkůn birini gördüğünde kendi hatırası aklında canlanır da yine kendine üzülůr. Bir dilenciye sadaka vermek, bir gün böyle olursam korkumuzdan başka bir şey sey değildir. Herkes gücü sever. Herkes güce tapar.
Eğer dışınızdaki alemden siz kulak verdiğinizde hiçbir ses gelmezse, kendinizi o delilik evreninde bir başına bırakılmış, terk edilmiş gibi hissediyorsunuz.
Kimi duygular, en derinimizde, tıpkı kömür parçalarının elmasa, yakuta, değerli taşlara dônüşmesi, inci tanelerinin midyelerin karnında yüzlerce yılda oluşması gibi zamanla oluşur. Zamanla sever, zamanla sadakat gösterir, zamanla bağışlarsınız.
Şu hayatta sevdiğiniz bir insana dikkatle bakıvermekten
güzeli yoktur. Kıl köklerine, sarkık kulak memesine, kabur-
ga kemiklerinin çıkıklığına, parmaklarının boğumlarına. İşte ben de öyle, eskilerin alıcı gőzle dediği bir gözle baktm durdum babama. Sanki onda bir bașkasını görür gibi olmuştum.
Hayatta en büyük acıyı, dile getirilemeyen seyler verir.
"İçimizde toprağın altında saklanan tohumlar gibi
hisler, marifetler mevcuttur. Atalarımızdan bize sirayet
eden huylar, hastalıklar, renkler ve türlü türlü şeyler
gibi. Bazı șeyler kanla geçer. Bazı şeyler hisle.
Kanla geçenlerden ziyade hisle geçenler mühimdir.
Zira insan kanıyla canıyla değil hisleriyle vardr.
Hisleriniz, hissettikleriniz ayakta tutar sizi."