Benim mücadelemin temeli dedemin köyde oluşturduğu anlayışa dayanır. Çalışmak, okumak ve dua etmek. Fiili dua olmadan kavli ya da sözlü duanın tesiri arzulanan düzeyde gerçekleşmez.
Öğrenme gerçekleştiğinde okul ve ögretmenler kendine pay çıkarır, gerçekleşmediğinde ise öğrenciler suçlanır. Okullar ve öğretmenler, yaptıklarının sorumluluğunu yalnızca sonuçlar iyi olduğunda kabul eder.
Başarısız olmak için yola çıktığımızda kesin olan bir şey vardır; hayal kırıklığına uğramayız. Eskilerin de söylediği gibi yerde uyuyorsan yataktan düşemezsin.
Çocuklara yalnızca istediğimiz ya da istemediğimiz şeyleri yapıp yapmadıklarını görmek için bakarsak onlarla ilgili en ilginç ve en önemli şeyleri gözden kaçırmamız olasıdır.
Unuttuğumuz aslında kendimizdir, kendimizi unuturuz bu acımasız hayatın vaveylası içinde. Dış dünyadaki gâileleri bahane ederek aslında hep kendimizden kaçarız ve ceza olarak da sonunda kendimizi kaybederiz.
Bizler bir zamanlar muhtevaya önem atfeden bir millet idik. Nicelik bakımından zararımıza olsa da, kâr etmesek de niteliği nazar-ı itibara alırdık. Galibiyet ve mağlubiyet mefhumlarını sayılabilir ve ölçülebilir sonuçlar olarak görmezdik ve Varlık’ı incitmekten çekinirdik. Terazilerimizi tartarken biraz çok vermekten kaçınmaz,
belki nicelik bakımından zarar ettiğimizi bilir ama erdemli davrandığımız için, kemmiyeti değil, keyfiyeti önemsediğimiz için bu zarara üzülmez, bilakis sevinirdik. Ekseriya bizim için galibiyetin mağlubiyet anlamı kazanıvermesi de bu yüzdendi. Yenilirken yendiğimizi bilirdik.
Kişi kendi tecrübelerinden bile ders al(a)mazken, başkalarının tecrübelerinden nasıl ders alsın!? İdeolojiler tarafından geçmişin gençlere yönelik olarak ve sadece motivasyon(manipülasyon) amaçlı kullanılması bir tesadüften mi ibaret? Ne yazık ki hayır! Bu bir tesadüf değildir; çokluk istismardır.
İnsanların kış uykusuna yatması fiziksel ve ekonomik bir zorunluluktu. Metabolizma hızını düşürmek, açlıktan kaynakların
tüketilmesini engellerdi. İnsanlar yazın bile zar zor yürür ve işleri ağırdan alırdı...