Ne garip… Büyü dükkanına gelirken aradığım dolu dizgin askı bulmayı hayal ediyordum, ama daima yaptığım gibi burada da karşıma çıkan ilk dalgadan korkarak gördüğüm en yakın limana sığındım,açık denizlerden vazgectim. Oysa gerçek yaşamda kıyıdan seyrederken ruyamda hep açık denizlere yol alıyordum.
Hayret! İnsan bazen bir yeniliği denerken bile eski alışkanlıklarını tekrar ediyor. Tıpkı bir kumarbazin kumarı bırakacağını kanıtlamak icin bahis oynaması gibi.
Müşterilerimden biri mutluluğu bir kibritin alevine benzetmişti. Ya esen bir rüzgar söndürür,ya siz üflersiniz ya da sonuna kadar yanıp kendiliğinden soner dediğini hatırlıyorum. Kibritin alevi önünde sonunda söner ama başka bir kibrit yakma şansınız daima vardır.
Tozu dumana katan dörtnala duyguların ic dünyasını nasıl da bir savaş alanına çevirdiğini anımsadı. Bu savaşlara kumandan dayandırmak mümkün değildi, tüm kumandanları yutan savaşlardı bunlar. Herhalde savaş ateşinin tek hayali zafer meşalesinin alevine dönüşmek olsa gerekir. Zafer meşalesi ise ancak savaştan arda kalan yakılıp yıkılmış savaş alanını aydınlatır. Ne yazık ki savaşlardan sonra görüp görebileceğiniz tek şey budur. Ve anlarsınız ki savaşta önemli olan savaşma gücünüzden çok acıya dayanma gücünüzdür.
Sanırım ne demek istediğinizi simdi anlıyorum, eğer elli beş yılın bedeli bu ise pes ediyorum. Belleğimden vazgeçemem. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının, çok istediği bir tokayı,saçları karşılığında satın almasına..
Neyi başarırsam başarayım her zaman başarısız olduğum konular olacaktı. Dünya bir insanın kaldırabileceğinden ve yapabileceğinden çok daha fazlasını barındırıyordu.
Toplum, daha çocukluktan başlayarak her birimizde birincil eğilimleri,diğer bir deyişle,ilkel bir psişizmin dışavurumunu bilinçdışına gönderir ama insan daha sonra bunu aşar ama tümüyle ortadan kaldıramaz.
Hiçbir yere gitmek; Leonard Cohen’in de daha sonra altını çizeceği gibi dünyaya sırt çevirmek değil, daha net görebilmek ve daha derinden sevebilmek için ondan ara sıra uzaklaşmaktı.