Yanımızdan geçen bir arabadan bir beyefendi selam vererek adımı seslendi – belli ki ilk selamını görmemiştim. Kendi içime bir sağanak gibi yağmanın, şimdiye kadar yaşadığım en derin rüyanın tatlı kucağında rahatsız edilmenin öfkesiyle irkildim.
Ah, canlılığım her zaman vardı elbette, sadece yaşamaya cesaret edememiştim, kendimi boğazlamış ve kendimden gizlemiştim; fakat şimdi bütün o baskı altındaki güç patlamıştı, yaşam denen o zenginlik, o tarifsiz kudret bana galip gelmişti.
Gülerek, sohbet ederek dalgalanan bir insan kalabalığının ortasında ben kendi kendimi arıyordum, içimdeki o yitik insanı arıyordum, idrak edişin o büyülü sürecinde yılları yoklayarak gerilere gittim.
Kendimi arabanın içinde öylece salınmaya bırakmak, gözlerim kapalı iken ilkbaharı duyumsamak, hiçbir çaba harcamadan kanatlanmış gibi bir yerden bir yere taşındığımı hissetmek hoş bir duyguydu; araba Freudenau'da girişin önünde durduğunda neredeyse üzüldüm. Geri dönmeyi, o okşayıcı yaz gününün kollarında salınmaya devam etmeyi yeğlerdim aslında.
Bu düzeni bozulmuş dünya ne zaman bir parça düzeltilebilecek? Gündüzleri kafam kazan gibi dolaşıyorum ortalıkta –buradaki dağlarda öyle güzel harabeler var ki, insan kendisinin de o kadar güzel olması gerektiğine inanıyor– ama yatağa yatınca uyku yerine en güzel fikirler geliyor aklıma.
Aynı anda hem içimden gelen korkunç sesleri hem de sizi dinleyemiyorum, ama öncekileri dinleyebilirim ve sizinle paylaşabilirim, dünyada başka kimseyle paylaşmayacağım kadar.
Sanırım ortak bir özelliğimiz var, Milena; ikimiz de çok ürkek ve korkağız, hemen hemen her mektubumuz farklı, neredeyse her biri bir öncekinden ürküyor, daha da ötesi, gelen yanıttan ürküyor.
Etrafımızdaki herkes gittiğinde, rahatlatıcı ve derin bir sessizlik oldu. Kendimi özgür, bir vadinin sonsuzluğu içinde uçsuz bucaksız ve sınırsız hissettim. Batan güneş, kristal ışıklarını dağıtan büyülü bir göl gibiydi.