Molla Ali Efendi: "–Lakin her can, kendi arzusunun kuludur. Hak, doğacak çocuklarınızı birbirine yazmıştır. Siz siz olun, onların arzusunun önünü almayın!..."
Büyük bir binanın küçücük bir odasında oturuyormuş. O kadar küçük bir oda imiş ki insan orada kımıldayamıyormuş bile. O binanın avlusu da bir pazar yeri gibi kalabalıkmış ve kimse kimseyi tanımıyormuş. Ama, yine de devam ediyormuş hayat. İnsanlar işten dönüp evlerine girer girmez kapılarını sımsıkı kapar, kilitlerlermiş. Bir hapishane hücresi gibi o dört duvarın içinde kalırlarmış hep.
Bazı safdilliler -ya da alaycı kişiler mi bilemiyorum- hâlâ neden tablolarımda kendi hep çok ciddi çizdiğimi sorma cüretini gösteriyorlar. Kıpırdamadan ve yanıtlamadan bakıyorum olanlara. Herhalde kendimi sürekli kahkahalar atarken resmedecek değilim. Gündelik yaşamımda kahkahalar atmadığımdan değil ama kendi kendimle baş başa kaldığımda -ki resim yaptığım zamanlar tam da bu anlara karşılık gelir, başka türlü olamaz- hiç gülecek halim yoktur. Onlara yaşamımın acıklı bir öykü olduğunu, resim yapmanın da yaşamımdan bir farkı olmadığını söyleme cüretini gösterebilir miyim acaba?
Tanrı, kimi zaman işini kendi görür. Kimi zaman uyarır. Depremler, volkanlar, salgın hastalıklar, afetler verir.
Kimi zamansa insanlığı yola getirme işini bizzat insana verir. Peygamberler gönderir.
Ya peygamberler devri kapanmışsa?
O zaman bu işi Türk'e verir.
Kuş kanatları gibi alnında birleşen kalın, kara kaşları Frida'nın yüzünün simgesiydi ama bu kaşlar aynı zamanda da gitme isteğini, yürüyemese bile uçma isteğini, özetle düşsel kaçışları da simgeliyordu.
Değerinizin anlaşılacağı "o" günü bekleyerek yaşayabilsiniz ya da zaten değerli olduğunuz gerçeğini hissedip tadını çıkararak her gün yaşayabilirsiniz.
Başlangıçta, Tanrı gökleri ve yeri yarattı; ve yer ıssız ve boştu; ve enginin yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve Tanrı dedi: Işık olsun; ve ışık oldu. Ve Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü; ve Tanrı ışığı karanlıktan ayırdı. Ve Tanrı ışığa Gündüz ve karanlığa Gece dedi. Ve akşam oldu ve sabah oldu.