Ben, sevincin türkücüsüyüm. Onu söylüyorum boyuna. Bütün epopelerde, aşağı yukarı insanlığın macerasında, halkın yarattığı müziğinde, türküsünde, ne kadar acılı olursa olsun, şu var: “Geldik ya!” Ortadirekte “indik ya, geldik ya!” macerası var ya, onun gibi. Bu dünyaya çok şükür geldik. Gelmeseydik ne olacaktı… O korkunç sevince varmak istiyorum. Nedir o sevinç, yaşama sevinci? Araştırdığım bu. Niye mit yaratıyor, düş yaratıyor da sığınıyor? Bu sevinci sürdürebilmek için, yaşamanın ağırlığından kurtulabilmek için kendine yeni bir dünya yaratıyor. Bu dünya yetmiyor. Acılarıyla, hastalıklarıyla, ölüm korkusuyla, yok olmakla… Ama gene direniyor. Bu ne? Benim aradığım bu. İnsan gerçeğine biraz daha yaklaşmak.
Doğru düzgün yorumlandığında, der hikaye, en feci insan eylemlerinin acemice birer mutluluğa ulaşma çabasını ifade etmesi gibi, her öldürücü umut da bize hayat veren bir umudun bulanık, bozuk yankısını taşır.
İşte bu dünya, arabadaki sırtı pek karnı tok kadının aptal işçi yığını diye nitelediği kalabalığa öylesine alayla bakmayı kendine hak sayabildiği kadar yalan ve ihanetle dolu bir yerdi.
Herkes sansürün kim olduğunu bilirdi: Yüksek yerlerdeki efendilerinin hoşuna gitmeyeceğini düşündüğü her şeyi kesip atan, çığırtkan, utangaç bir adamdı sansür.
Bazen karanlık çok sert geliyor ve çocukken hissettiğim gibi içimi bir dehşetle dolduruyor ve fark ediyorum ki her şey hayatta kalıyor, çok az şey yok oluyor, yok olanları da hayal gücü tamamlıyor.