O kent! Aşklarına ihbarcılar tüneyen…
Kayıp kimliklerin, “kimse?”lerin.
Hani hiçbir taşıtında yerinin tam olmadığı ve hiçbir kadınını öpmediğin yağmurlarında.
Kalsan o yağmurlara, bir saçağın bile payına düşmediği o ıslaklığın kenti…
Sonra kendine vurgun o deniz ve çarparken tükürmesi sanki avurtlarına imbat rüzgârlarının; buğulu bir camının bile olmadığı ve çalmadan girebileceğin bir ev kapısının…
Çünkü herkesin bir kenti vardır;
herkesin bir adı gibi bir kenti vardır.
Birbirini tekrarlayan günlerin yaslı boğuntusun da nedir aradıkları insanların?
Bu koşuşturmada, bin telaşla herkes birileriyle bir mutluluk düşü kuruyor; o düşle islanıyor, o düşle uyuyup uyanıyorlar.
Sonra düşleri de yakıyor günler.
Bu kez yeni bir düş daha kuruyorlar; sonra bir daha.
Bütün düşleri yakıyor günler!
Sen
hâlâ
anılarımın
en
beyaz
yanısın.
Sen, buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın...
Sen, sağanakla gelen sabahlarda çok eski…
Çok eski bir şarkının adısın.