"Seni ilk gördüğümde gölgeme basmamıştın. Çok yakınıma geldin. Ama üstüne basmadın. Bu sana güvenebileceğimi gösteren bir işaretti. İçindeki mana içimdeki mana'ya saygı gösterdi."
...
Bana sarıldı. Gölgelerimiz birleşti. "Artık önemlo değil! Mana'larımız aynı. Gölgelerimiz bir."
Bu tıpkı Müslümanların günde beş kez Tanrıya şükretmesine benzer -fakat bu beş kez arasında ne yapıyorlardır? Bu beş kez arasında şükretmiyorsunuzdur, bu nedenle şükranınız sadece bir ritüeldir, yaşamınız değildir.
Nefesimi tutuyorum ve o anda hem Londra'daki bir öğretmenler odasında hem de Paris'teki bir barda, iki farklı yüzyılın, zaman ile mekanın, şimdi ile geçmişin, su ile havanın arasındaki bir araftayım.
İnsanlığın gelişimi doğayla aramıza koyduğumuz mesafeye bağlıydı sanki. Artık Atlantik'te, Etruria gibi bir buharlı geminin içindeyken bile kendinizi Mayfair'deki bir lokantada oturur gibi hissedebiliyordunuz.
Hayat da böyledir. Kaybedecek bir şeyiniz yoksa değişiklikten korkmaya yada ona kucak açmaya gerek yoktur. Değişim hayatın ta kendisidir. Değişmediğini bildiğin tek şeydir.
Ne kadar uzun yaşarsanız hiçbir şeyin sabit olmadığını o kadar anlıyorsunuz. Yeterince uzun yaşayan herkes bir gün sığınmacı olacak. Milliyetlerinin uzun vadede pek bir şey ifade etmediğini herkes anlayacak. Dünya görüşlerinin sarsıldığını ve çürütüldüğünü görecek. İnsanı olmayı tanımlayan şeyin insan olmak olduğunu bir gün herkes anlayacak.
İslâm devletleri içerisinde tüfeği ve topu en etkili şekilde kullanan Osmanlılar oldu. Mısır'daki Memlûklar yiğitliğe yakıştıramadıkları bu silahları aşağı gördü ve kullanım alanını sınırladı.
Geç Orta Çağ'da Doğu'ya giden Batılı yolcular için en mükemmel rehber şüphesiz Marco Polo'nun seyahatnamesiydi. Onun anlatılarında varlıklı, adaletli ve farklı dinlere karşı hoşgörülü bir Çin uygarlığı karşımıza çıkar.