Müslüman'ın şahsi vazifesi,kendisini şuur,düşünce ve fiili teşebbüs bakımından Allah'ın ve Resulünün (Sallallahualeyhi vesellem) emrettiği dürüst İslam metotlarına uyacak şekilde hareket edebilen bir insan haline getirmektir.Böyle
olunca vasıfları(özellikleri)sayılan Müslüman,insanları sevecek,onlarla alay etmeyecektir.Haysiyet ve şereflerini rencide edecek hareketlerde bulunmayacak, kimsenin malına,canına ve namusuna göz koymayacaktır.Böyle bir Müslüman, insanlara karşı samimi şekilde,nasihat,sevgi ve kardeşlik vazifelerini ifade edecektir.Her işinde ilahi emre uyacak,hile yapmayacak,israf etmeyecek,kimsenin hakkına tasallutta(saldırıda) bulunmayacaktır.Bu vazifeler Allah'a iman,uluhiyetine itikat ve O'na itaat ile başlar,muamelat ve ibadet hayatıyla da devam eder.
Öyle bir iman ki,insan,bunun zaruretlerini bütün teferruatıyla yerine getirmedikçe Müslüman olamaz.Bu bahiste misvak kullanmakla harp meydanlarındaki cihad
arasında hiçbir fark yoktur.Hatta Müslümanlar bir savaşta zaferin gecikmesini misvakın ihmal edilmesine,dişlerin yıkanmamasına bağlamışlardı.Bunun içindir ki, herkes,yapılmamış bir dini bir emir hususunda bir diğerini ikaz ederdi.
Ve böyle bir anlayıştan zaferin gerçekleşmesini umarlardı.
Çünkü onları harekete geçiren iki unsur vardı:
- Allah'a itaat,
- Resulüne itaat.
Müslüman,Allah'a itaat etmekle ve onun emirlerini yerine getirmekle mükellef (sorumlu)olduğunu bilir.
Müslüman sırf bu vasfından dolayı Allah'ın emirlerine inkıyad(uymak) mecburiyetindedir.Müslüman,bütün ferdi hayatında dahi,Allah'ın ve Resulü'nün isteklerine boyun eğmekle mükelleftir.Bu mecburiyet yalnız ana meselelere ait değildir.En ince teferruatı(detay)da ihata eder.Mesela selam verirken,otururken, yürürken,hatta ağız ve dişleri yıkarken dahi İslami usullere uymak mecburiyeti vardır.
Tarih bir ifadedir. Mutlak bir mana taşır. Ancak bu mana,tarihin tarih olmasından ibaret değildir.Onda,tarihi meydana getiren hadiseler manzumesin den daha ileri bir realite,bir kıyaslama ve ölçü mevcuttur.Bu ölçü ve mukayese metoduyla tarihi hadiseler gerçek bir değer kazanır.
Wilfred Cantwell Smith,"Muasır Tarihte İslam"adlı eserinde Hinduizm,Hristiyanlık,İslam ve Marksizm nazariyelerini izah ederken çok enteresan mukayeselerde bulunur ve daha önce de işaret ettiğimiz gibi,der ki:
"-İnsanlar arasında adaletin yayılması için harcanan gayretlerin en büyüğünü şüphesiz İslam göstermiştir.Marksizm'in getirdiği sahte tedaviye hayran olanların önünde İslam vardı.(Bugün de öyledir. )Marksizm'in hayal ettiği
cemiyet nizamının en mütekamil(gelişmiş) şeklini getiren İslam,ondan farklıdır.Çünkü İslam dünya hadiselerini iki esas temele dayar ve vukuatıda(olanları) da iki istikamette değerlendirir.İnsanın hareketleri hem bu dünyada,hem de ebedi alemde birbirine uygun olmalıdır.Dünyevi faaliyetlerin meydana getirdiği vaziyet,bütünüyle cemiyetin aksiyonunu gösteren bir trajedidir.Aynı zamanda o, birbirinden ayrı olan ferdi faaliyetlerin bir mecmuasıdır(bütünü).Herkes,kıyamet gününde bu mecmuadan(bütünden) hissesine düşen miktarla uygun olarak mesut edilecektir.Yani her aksiyonun -amelin- hem bu dünyada belirli neticeleri vardır,hem de ahiret hayatında ayrı müeyyideleri...
"-Ey iman edenler,sabrediniz,sebat ediniz,(her yerde ve her zaman düşmandan gelecek tehlikeyi gözönündede bulundurarak) dayanışmayı temin ediniz ve Allah 'tan korkunuz ki,kurtuluşa eresiniz." (Al-i İmran,200)
Allah'ın kanununa ait hükümlerden birinin gerçekleştirilmesi hususunda dahi, isterse bu çok küçük bir mesele olsun,Müslüman asla zaafa düşmemelidir.Aksi
takdirde dinin itibarı bu zaafa uygun olarak zedelenecektir.
Arap yarımadasında ve dünyanın başka yerlerinde cahiliye nizamlarına karşı
devam ettirmekte oldukları gerçekçi hayatlarından aldıkları ders ve ilhamla,evvelki Müslümanlar,yeryüzündeki hayatta bizzat etkin olmak mecburiyetinde olduklarını hakikaten idrak ediyorlardı.
Evvelki Müslümanlar İslam'ın meydana getirdiği insan tipinin yeryüzünde yapıcı bir kuvvet olduğunu idrak ediyordu.Kuran ve hadisler bu hususu teyit etmekteydi. Esasen,Allah'ın ve Resulünün (Sallallahu aleyhi vesellem)işaret ettiği istikamette yaşadıklarını,hayatlarına bakmak suretiyle kolayca anlıyorlardı.
Mesela:
"-Rabbin meleklere:Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,dediği zaman. "Şeklindeki Allah sözünden,insanın yeryüzünde Allah'ın vekili olduğunu;
"-Ey insan sen Rabbin için didinip durursan,onu(emeğini) bulacaksın"ayetinden ise,dünyayı imar etmeyi,hayatı kendi gayretleriyle geliştirmek mecburiyetinde
olduklarını anlıyorlardı.
Müslümanlar galip geldikleri müddetçe hem kumandana,hem servete,hem de askeri kuvvete,tekniğe ve medeniyete sahip olmakta gecikmediler.Kısaca Müslümanlar imanları sebebiyle iç dünyalarını temizledikten sonra her türlü
kuvvet ve kudreti elde ederek düşmanlarına üstün gelmenin sırrını gerçekleştirdiler.
Ya Allah...Ey Kerem sahibi,Ey içimizdeki taze mezarların üzerinde güller yeşerten Müntakim.Yığıldık olduğumuz yere ağlıyoruz,Gazze'nin yanağından bir gözyaşı gibi süzülüp giden bebeklere ağlıyoruz.Senin azametini ve merhametini anlatacak evladı kalmamış annelere ağlıyoruz. Şehit kardeşinin saçından bir tutam kesip saçına ekleyen ablalara
Bir meseleyi bilmek için gerçekten bu kadar çok kitap okumak gerekiyor mu?”diye sordu müşteri.
“Hayır”dedi kitapçı,
“bir meseleyi bilmediğini bilmek için gerekiyor aslında bunca kitap!..”