Günler geçti okumamın ve izlememin üzerinden ama hala son sahne aklımdadır. Hepimiz dönem dönem Arif ya da Müzeyyen oluyoruz. Hepimizin dönem dönem 'çıt' noktaları oluyor. Sorun kim olduğumuzda değil, ne yaptığımızda. Müzeyyen kadar kararlı ve cesur, Arif kadar duygusal olsakta onun kadar kendimize saygılı ve mantıklı davranmamız gerekiyor.
Kitap; kısa, karmaşık, yaralayıcı... zaten hep sevmişimdir melankolik şeyleri.
Film; uzun, yaralayıcı, film boyunca nefes darlığı çekerken sonunda derin bir nefes almış gibi hissedebilirsiniz.
Ama ardından duraklamanız gerekir . Hemen hareket edemezsiniz, oturur üzerine düşünür ve "Arif sonunda farklı bir karar alsaydı ne olurdu? Tekrarı olur muydu yaşananların?" ya da "Arif pişman oldu mu olmadı mı kararından?" diye benim gibi dakikalarca sorgulayabilirsiniz.
"...Sonra dışarı çıkardık. Dışarda yağmur yağıyor olurdu. Biz şemsiyeyi almazdık. Sırılsıklam olurduk. Sonra sen bana sokulurdun. Ama saçağın altına hiç girmezdik. Sonra sen üşütürdün. Ayakların buz gibi olurdu. Ben sana en sevdiğin o mavi çoraplarını getirirdim. Sonra bayramları babaannenin mezarını ziyarete giderdik. Hayatta en sevdiğin kadın için ağlayışını izlerdim senin. Hiçbir şey yapmazdım, gözyaşlarını silmezdim, seni teselli etmezdim. Orada öylece ağlayışını izlerdim. Başka insanların mezarlarının arasında dolaşarak, hayatın ne kadar şahane bir şey olduğunu düşünürdüm. Sonra... sonra hiçbir şey yapmazdık. Öylece otururduk. Çok bilinmeyenli bu sorunun yanıtını arardık. Hayat bizi yalancı çıkarana dek, bulduğumuz cevapları doğru sanırdık."