İnsan vahşi doğada neden aşikar olandan daha fazla duyarlılığa sahiptir ki bu ne işe yarar insanı muhtaç kılmaktan başka? Dürtülerimiz sadece açlık, susuzluk ve arzudan ibaret olsaydı özgür sayılabilirdik belki ama artık esen her rüzgarda rastgele bir sözcük veya o sözcüğün bizde çağrıştırdığı bir sahnenin peşinde sürüklenip giriyoruz.
Ruhu ne kadar harap olursa olsun, doğanın güzelliklerini kimse ondan daha derinden takdir edemez. Bu muhteşem diyarlardaki yıldızlı gökyüzü, deniz ve türlü manzara karşısında hâlâ ruhu bir anda kanatlanıp göklere yükselebiliyor. Böyle bir insan ikili bir hayat sürer: Istırap çekebilir ve hayal kırıklıklarının altında ezilebilir ancak kendi içine çekildiğinde etrafını kuşatan o parlak hâle içine hiçbir hüzün veya aptallığın giremeyeceği kutsal bir ruha benzer...
Bir basamak daha aşağı inildi mi, yabancılık başlayıverir. Dünyanın "yoğun" olduğunu anımsamak, bir taşın ne denli yabancı, bize kavranılmaz olduğunu, doğanın bir görünümün bizi ne büyük bir güçle yok sayabileceğini sezinlemek. Her güzelliğin dibinde insandışı bir şey yatar ve bu tepeler, gökyüzünün bu tatlılığı, bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz düşsel anlamı hemen o dakikada yitiriverir, yitirilmiş bir cennet kadar uzaktırlar bundan böyle. Bin yıllar ötesinden dünyanın ilkel düşmanlığı yükselir bize doğru. Yüzyıllar boyunca onda yalnızca kendisine önceden verdiğimiz biçimleri ve çizgileri anlamış olduğumuza göre, bundan böyle yapmacıklığı sürdürmeye gücümüz yetmediğine göre, bir saniye için onu anlayamaz oluruz. Yeniden kendi kendisi olduğuna göre , dünya bize anlaşılmaz olur. Alışkanlıkla maskelenmiş bu dekorlar ne iseler gene o olurlar. Uzaklaşırlar bizden