iÇ ANADOLU ‘yaklaştıkça kurt hücumuna uğramış koyunlar gibi birbirine sokulmuş kerpiç evlerdenden kurulu yoksul, neredeyse erkeksiz köylerden, kel dağların eteklerinden , Kıraç topraklardan geçerek , karanlık, bakımsız kasaba ve şehirlerde konaklayarak ilerleyen kafile, altı gece ve yedi gün süren yorucu bir yolculuktan sonra akşama doğru Ankara’ya ulaştı. Altı yüzyıllık devletin anavatanı Anadolu, bütün imparatorlukların anavatanların tersine, utanılacak kadar yoksul ve bakımsızda. Nesrin’in neşesi sönmüştü. onun hayal kırıklığını fark eden tel gözlüklü doktor kâmil bey, “ bak kızım..” demişti,”..bir tekerleme vardır, bilir misin: Çalıydı, çırpıydı ama evindi. Anadolu da yoksuldur, çıplaktır. Bakımsızdır ama vatanımızdan. Osmanlı Devleti Anadolu’yu sürgün idarecilerin, mültezimlerin, mütagallibelerin, ağaların, cahil hocaların, şeyhlerin insaf ve iz’anına terk etmiş. Halk uyanamamış, hayatı zar-zor sürüklemekle yetinmiş. Onun İçin şehirlerimiz, topraklarımız böyle. Hele şu vartayı atlatalım, el birliği ile Anadolu ‘yu şenlendirir, halkımızı da uyandırırız. Buraları 40 yıl sonra tanıyamazsınız. Vatan artık padişahın mülkü değil ki, herkesin. Bunu anladığı gün halk sabana, kazmaya, çekice, kaleme, başka bir hevesle sarılacaktır. Nesrin o kadar sevdiği İstanbul’u düşündü. O da Anadolu gibiydi aslında. Halkta yaşama sevinci yoktu, galıba hiç olmamıştı. Halk nasıl canlandırabilirlerse acaba?