Aydın'ın Nazilli ilçesinin Kuyucak köyünde başlayan ve Balıkesir'in Edremit ilçesinde biten hayatlar...
Kuyucaklı Yusuf Sabahattin Ali'nin 1937'de basılan ilk romanıdır. Döneme ayna tutan, yansıtan ve betimlemeleriyle romanın içine sürükleyen bir eser haline gelmiştir.
Yusuf'un annesi ve babasının eşkıyalar tarafından öldürülmesi ile olaylar başlar ve bir kaymakamın onu evlatlık edinmesi ile devam eder.
Kaymakamın birde kızı vardır. Muazzez.
Küçük bir kasabada yaşamaya başladıklarında başlarına ne denli büyük dertlerin geleceğinden habersizdirler.
Ölümler, ayrılıklar, yalnızlıklar, çaresizlikler...
Eseri her ne kadar sürükleyici bulsam da yer yer fazla betimlemelerden dolayı olaylardan koptuğumu fark ettim. Bazen de bir yeşilçam filmi izliyormuşum gibi hissettim.
İlk sayfalardaki etki ortalara doğru azalmaya başladı ama sonunda beni çok şaşırttı hiç böyle bir son beklemiyordum.
Daha önce Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sını ve Sırça Köşk'ünü okumuştum. Bu üç eserde bende aynı izlenimi bıraktı diyebilirim.
Üzüldüğüm iki nokta var ki ilki şudur;
Biliyorsunuz kendisi Ali Ertekin tarafından öldürülmüştü. Eğer öyle olmasaydı söylentilere göre Kuyucaklı Yusuf'a devam niteliğinde bir cilt daha yazacakmış.
Belki o zaman Yusuf'un bundan sonra hayatına nasıl devam ettiğini öğrenmiş olurduk.
Açığa kavuşması gereken, bana göre yarım bırakılmış çok şey vardı.
İkincisi ise o dönemin yaşantısını, beklentilerini okudukça günümüzden çok bir farkı olmadığını anladım.
Hala gelişmekte miyiz ? Yoksa gittikçe geriliyor muyuz ?
Doğduğunuz andan itibaren konuşmakta, yürümekte, yemek yemekte, uyumakta ve daha bir sürü eylemde zorluk çektiğinizi bir düşünsenize...
Neyse ki düşünebiliyor ve anlayabiliyorsunuz.
İşte Christy'nin hayatı da bu şekildeydi.
Kitabın yazarı Christy Brown doğduğunda beyin felci geçirdiği için özel bir birey olarak dünyaya gözlerini açmıştı.
Bu durumu ilk fark eden ise annesiydi.
Kesin tanı koyulduktan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Değişmeyen tek bir şey vardı. Annesinin ona olan sonsuz sevgisi...
Christy her şeye rağmen mücadele etmeyi bırakmıyor ve asla pes etmiyordu.
Bir gün sol ayağı ile yerdeki bir tebeşiri aldı ve çizmeye başladı. Hiçbir zaman durmadı...
Kendini bulmak için bir arayışa çıkmıştı. Bunun için düşüncelerini kullanabiliyordu ama onları ifade edilmek dünyanın en güzel duygusuydu.
.
.
1954 yılında sol ayağı ile yazmış olduğu bu eseri, hayata farklı bakış açıları ile bakmamızı sağlıyor.
Özel bireylerin dünyasını bir nebze de olsa anlamamıza olanak veriyor.
Önce bu kitaptan sonra da hayatımızdan çıkarmamız gereken çok fazla ders var.
.
.
Artık çocuk olmadığımı biliyordum, ama 'yetişkin' de değildim. Çocukluğun neşeli umursamazlığı ve yetişkinliğin acısı ve hayal kırıklığı arasında asılı kalmıştım.
Ben bu düşüncelere dalmışken bir arabanın radyosunda eski bir şarkı çalmaya başlamıştı. Çocukluğumun şarkısıydı. "Bu dünyadaki en bilge kişi kendini bilendir." diyordu Şenay..
Enrico...
Yıllardır kitaplığımızda okunmayı bekleyen iyi kalpli çocuk.
Saygıyı, umut etmeyi, koşulsuz sevgiyi ve daha nice değerleri üçüncü sınıfa gitmesine rağmen en iyi şekilde öğrenebilen, onları en güzel şekilde kullanabilen bir çocuktan bahsediyorum.
Ana karakterimiz Enrico,
17 Ekim Pazartesi günü -okulun ilk günü- günlük tutmaya başlıyor.
Günlüğünde ailesine, arkadaşlarına, başından geçen olaylara hatta kendisine gelen mektuplara yer veriyor.
10 temmuz pazartesi günü ise son sayfasını yazarak veda ediyor.
Dünyanın en faydalı çocuk kitabı niteliği taşıyan ve yazarın kendi oğlundan ilham alarak yazdığı bu eser, okullara tavsiye edilmiş bulunmaktadır. Ben birkaç bölümünü sakıncalı bulsam da genel olarak değerler eğitimi üzerine okutulması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Saf ve çocuksu duygularla anlatılan olayları, bazen akıcı bir şekilde bazen de sıkılarak okudum diyebilirim.
Yine de Enrico sayesinde hislerimin unutulmaya yüz tutmuş taraflarını fark etmiş oldum.
İyi ki okumuşum.