Bir yazıya sorularla başlamak en güzeli. Yazmaya başlarken sorular sorarım kendime hep. Bazen de “Siz sorun, ben yazayım” diyerek bakınırım etrafıma. Sorular ararım. Meraklar ve ilgiler ve hassasiyetler. Hayattan sorular toplarım.
Gazete okur musunuz? İnternetten, televizyondan haberleri izler misiniz? O zaman içinize, kendi beninize soru sormaya hacet kalmayabilir bugünlerde. Hayat, soruları sermiştir önünüze.
Aklımda fikirler, öfkeler, sorular uçuşurken onları zapt etmem, sıraya sokmam, yazıyla dışarı çıkarmam gerekiyor. Hani psikoloğa gidersin, anlatırsın, anlatırsın, seni dinleyen ve anlayan biri vardır, bilirsin. Tüm dinlemelerinin sonunda sana senin hakkında bir kroki çizer. Şuradan gidince şuraya varılıyor, şu yolun sebebi öncekinin iyi çatılmamış olması vs. Ve hiç psikoloğa gitmemişsindir, bunları bilirken. Aklımı yazıya dönüştürmek için Sanal yazı evine gidiyorum. Bana yol göster, neyi hangi sırayla, nasıl yazayım, bir deyiver, diyorum. Zira öfkem çok, zararla oturmak istemiyorum. Zira yaz yaz bitmeyecek, yazıyla altından kalkılmayacak bir enkazın altından bildiriyorum.
Nefesimizi tuttuk, sesimizi kıstık, gözlerimizi kırpmadan ekran başında kilitlendik. Tuttuğumuz nefes, kıstığımız ses, enkazın altına gitsin istiyoruz. Ama duygularımızı durduramıyoruz. Bizi insan yapan yerlerimizden taşıyorlar. Duygularımız da deprem yaşıyor. Acı, öfke, hüzün, kızgınlık, şefkat, sevgi depreşip duruyor. Hepsinin bir anda içimize üşüşmesiyle nasıl baş edeceğiz, bilmiyoruz.
Olmamışların, yapılmamışların, göz göre göre göz yumulmuşların altında kaldık. Duygularımız hepsinin üstüne çıkıp tepinmek istiyor.