Aliye izzetbegoviç'in Doğu ve Batı arasında İslam adlı kitabındaki köy ve şehir bahsinde değindikleri bakış açımı değiştirmem konusunda beni bir hayli zorladığını söyleyebilirim. (zaten okumaktan maksat bu salt inatçı bakış açısını değişime zorlamak değil mi!) Aliye şunları ifade eder yazısında: "Şehirli insanın sanatsal ve genel anlamda estetik haz duymak için daha fazla fırsatı olduğu inancı günümüzün en tuhaf yanılgılarından biridir." Halbuki köylü insan estetik hazzı ve heyecanı pek de zahmete girmeden elde edilebilir çünkü o sanatın en katışıksız, en saf hali ile karşı karşıyadır. Güneşin doğuşu ve batışı, gökyüzünün masmavi çehresi; ağacın, çiçeğin, toğrağın bakir kalmış tebessümü...
Bu satırları okuyunca kendi kendime şu soruyu sordum: Bir müze duvarında asılı duran tablo karşısında dakikalarca düşünüp durmak mı yoksa kırsala inip tabiatın bize resmettiği harikulade tabloları temaşa etmek mi? Hangisi daha fazla estetik haz verecek insana?
Kırsalın imkansızlıklarından yakınıyor, yoksunluğunu yaşadığımız şeylerden kaçıp varlığına inandığımız şehrin kadim söylencesine inanıyoruz. Kentlerin ortaya çıkışından bu yana onun bize bahşettiği tüm imkanların bizi her bakımdan doyuma ulaştırdığı inancı ile avunuyoruz yıllardır.
Sahi kim mutlu ki şehirde yaşamaktan?