“Ne olmuş?”
“Anneannemiz ölmüş. Başımız sağ olsun.”
“Oh my God!”
Sırt çantamı alıp çıktım evden. Minibüse bindim, minibüsten inip otobüse bindim, sonra otobüs vapura bindi, vapurdan indi köprüden geçti, otogara girdi. Otogarda otobüsten indim çevreye baktım, tanıdık yerler değildi. Büfeye gittim, “Bu şehrin en işlek caddesi neresi acaba?” diye
Ellerindeki damarları ve yüzündeki kırışıklıkları görseniz yüz elli yaşında zannedersiniz oysaki sadece seksen dört yaşında. Anneannem. Yakın-uzak gözlükleri, bozuk para çantası, keyifli akşamüstlerinde tellendirdiği Ballıca sigarası ve her şeyden önemlisi bitmek tükenmek bilmeyen yalnızlıklara katlanabilme gücüyle gönlüme taht kurmuş bir tiplemedir.
Anneannem bu hayatta fikirlerime gerçekten değer veren tek kişi. Seçimlerde bile danıştı. Oy pusulamızı alıp paravanın arkasına gitmiştik. ‘Evet’ mührünü aldım, “Kime oy vereceksin anneanne?” diye sordum.
“Bilmem, kime verelim?”
Düşündüm, sorumluluk altında hissettim kendimi, “Boş atalım istersen,” dedim.
“Buraya kadar boşuna mı yürüdük?”
Saadet Partisi’yle TKP arasında kararsızlık yaşıyordum. Genellikle muhafazakar bir insanımdır ama komünizm heyecanını da her zaman yaşamak istemişimdir.
“Anneanne sen solcu musun?” diye sordum.
Sonuçta oy onun, ben sadece yardımcı olmaya çalışıyordum.
“Bir şeyci değilim,” dedi.
“Her türlü manipülasyona açıksın yani.”
“Evet.”
“Bu yaştan sonra komünizm heyecanını yaşamak ister misin?”
“İsterim.”
“O zaman oyumuzu Türkiye Komünist Partisi’ne verelim mi? Onlar da seksen dört yaşındaymış, sen de seksen dört yaşındasın. Broşürlerinde okudum.”
“E iyidir o zaman, verelim.”