Yazmazsam çıldırabilirim bir hastane odasında...
İnsanın tüm dünya dertlerine rağmen sığınacak bir liman bulmasıdır günlük yazdığı satırlar...
Herkes "ne yazıyorsun o kadar?" diyor da, bir Allah kulu da çıkıp; "neden yazıyorsun?" demiyor...
Hiçkimse bu soruların cevaplarını umursamıyor zaten...
Sevmiyorum bu "sağlık bakanlığı" damgalı nevresimleri, odada bir saat var, 6.38'de durmuş. Gözüm 9'un üzerinde bir bıçak gibi duran saniyenin üzerine takılıyor. Sanki can havliyle bir gayret, tırmanmaya başlayacak yukarı doğru... 10, 11, 12...
Ama gitmiyor...
Benimki nafile bir bekleyiş. Kalp nakli bekleyen bir hasta gibi asılmış duvara. Bir kalem pil taksalar, yeniden çarpmaya başlayacak saatin kalbi. Sıra gelmiyor ona bir türlü. Acil servisin kantininden bir pil alıp takmak istiyorum, nakil sırası beklerken ölmesin diye. Sanki onu çalıştırabilirsem, kalp yetmezliğinden kaybettiğim babam geri gelecekmiş gibi. Babamı da en son bu nevresimlerin içinde yatarken görmüştüm. Sonra "elimizden geleni yaptık" diyen kardiyologların çaresiz bakışları eşliğinde ve bir merasim havasında çıkarmışlardı babamı o damgalı çarşaflara sararak. İki ucundan bayram şekeri gibi bağlayıp.
Bu kez annemin yetmeyen nefesine rüzgar olmak istesem de, benden gelen en fazla cılız bir esinti oluyor...
Kimseler uzun yazıları okumadığı için, böyle rahat rahat içimi döküyorum. Yazmak en büyük özgürlüğüm.
"Gülün tam ortasında ağlıyorum..."