“iİlkel insan, yaşamın ve ölümün sırları üzerine kafa yormak için herhangi bir neden aramaksızın, öldürülen düşmanın cesedinin başında zafer coşkusu yaşamaş olmalıdır. İnsanları araştırmaya sevk eden şey, ne entelektüel bilmece ne de herhangi bir ölümdür, hem sevilen hem de yabancı olarak görülüp de nefret edilen bu kişilerin ölümünde yaşanan duygu çatışmasıdır. Psikoloji öncelikle bu duygu çatışmasından doğmuştur. İnsan, ölenin acısını tattığı için ölümü artık kendinden uzak tutamıyordu, kendini ölmüş olarak tasavvur edemediğinden, bunu kaballenmek de istemiyordu. Böylece uzlaşma içerisine girdi, kendi ölümünü kabul etti, ancak düşmanının ölümü söz konusu olduğunda ölümü inkâr etmek için her gerekçeden yoksunken, kendi yaşamı söz konusu olduğunda, ölümün yaşamın yok edilmesi anlamına geldiğini reddetti. Sevdiği kişinin cesedinin başında ruhları uydurdu ve kederle karışık hazdan duyduğu suçluluk bilinci, bu ilk yaratılma ruhların korkulacak kötü iblisler haline gelmesine neden oldu. Ölümün meydana getirdiği değişiklikler onda, bireyin bir bedene ve bir ruha -başlangıçta birçok ruha- bölünmesini aklına getirdi; bu şekilde onun yürüttüğü mantık süreci, ölümün başlattığı fiziksel ayrışma (bozuluş) süreciyle paralel bir yönde seyretti. Öleb kişinin sürekli yâd edilmesi, diğer yaşam formlarını benimsemenin temeli oldu ve bu ona, ölümmüş gibi görünen bir şeyden sonra yaşamın devam ettiği fikrini verdi.”