Atatürk'ün felsefi anlamıyla “inanç” ve bir kurum olarak “örgürlenmiş din”in evrimi hakkındaki kanaat ve öngörüleri gelişmeler tarafından doğrulanmamıştır. Bunun yanı sıra toplumunun geleceği hakkındaki tahayyülleri de iki temel sorun içermiştir. Bunlardan birincisi, seçkinlerin dini olan bilimin, eğitim ve diğer toplumsallaştırma araçları kullanılarak, kısa sürede toplumun geneline “en hakiki mürşid” olarak benimsettirilebileceğidir.
Erken Cumhuriyet döneminde bu alanda önemli başarı kazanılmış, Mustafa Kemal'in bilimciliği ile İslâmiyetin, doğduğu coğrafya ve kavmin ihtiyaçlarına cevap veren, buna karşılık, Türklere uygun olmayan bir inanç sistemi olduğu ve Araplar tarafından araçsallaştırıldığı tezi toplumun bir bölümüne nüfüz etmiştir. Ellison'ın, genç bir maarif müfettişi ile Konya'dan Adana'ya giderken yaptığı sohbette söylenenler, bu konuda ilginç ipuçları sunmaktadır.
Söz konusu bürokratın İskoç gazeteciye, “Bizim peygamberimiz Gazimizdir. Biz, o Arabistanlı şahıs ile ilişkimizi sona erdirdik. Muhammed'in dini Arabistan'a pek uygundu; ama bize yaramaz” demesi üzerine, Ellison, “Ama sizin hiç mi inancınız yok?” sorusunu yöneltmiş; muhatabı ise buna, “Evet (var). Gazi'ye, bilime, ülkemin geleceğine ve kendime” cevabını vermiştir. Bu anektodu nakleden gazeteciye göre, “bilime duyulan güven” ile “Arabistan'dan gelen her şey” ve “halkı geri bıraktıran hocalara duyulan nefret”i vurgulayan müfettiş, “yeni neslin inancını dile” getirmektedir."483