Bildiğin gibi değil, anlatmadığım gizler. Tamam zannettiklerin, sandığın gibi değil. Su benzemiyor suya, kederliyken denizler. Ateş bile bir başka, yandığın gibi değil.
İçime sığmayanlar, bırakıp da gitmiyor. İçimden atabilsem, âleme de yetmiyor. Ya ömür çok uzadı ya nefesler bitmiyor. Âlem, çürük nefsine kandığın gibi değil.
Ben susuyorum çünkü söz beni anlatmıyor. Zamanı hep bıraktım, o da beni tutmuyor. Bir kuş telaşı kalbim, ya durdu ya atmıyor. Sen de uç git bu dallar, konduğun gibi değil.
Fırtına sanıyorsan, bir nefestir kederin. Asırlarca yağmursun, bir köşeciktir yerin. Gerçi sen yine de yağ, dinmeden serin serin, Hem bende de bu efkâr, dindiğin gibi değil.
Dünyaya özgü korku ve nefret, güneş gibi yaygın ve kapsayıcıydı, günlük ve kabullenilen şeylerdi –bir doğa yasasıydı. Şimdi bu güneşin ışınları, onların ateş yaratan bu ifadesinde odaklanmıştı.
"Gerçeğe sahip olmak her babayiğidin harcı değil. Aklını, kalbini, bedenini sahip olduğun gerçeğin beklentilerine cevap vermek için kullanmalısın."
"Nasıl olacak, ne gerçeği?"
"Hakikat gösterişe gerek duymaz. Sükûnetli olmalısın. Bağırmadan, öfkelenmeden hakikati sahip olduğunca diğerleriyle paylaşmalısın. Tamamını kendine saklamaya çalışırsan ruhunu aşındıracak kadar ağırlaşır."
"Bak ne dediği...
"Ateş nasihat değil, cezadır."
Ve sustu.
Ne sorduysam konuşmadı.
Aynı cevap üçüncü kez verildi:
"Ateş nasihat değil, cezadır."
Şaşkınlığım artıyordu. Kafasını kaldırdı ve o anda bu adamı tanıdığımı fark ettim. Bir süre önce gece yarısı bir apartman girişinde karşılaştığım adamdı bu. Doğrusu böyle bir yerde karşılaşmayı hiç ummuyordum. Aslında bir daha karşılaşacağımızı da ummuyordum.
"Senin ne işin var burada?"
"Ateşe vermek değil, oturup bir bir anlatman gerekirdi."
"Buraya nasıl düştüğümü kimden öğrendin?"
"Sözü yeteri kadar kullanmadın. Doğrunun ne olduğunu biliyorsan, onu taşımanın zorluklarını da göze almalısın."
"Olanları nereden biliyorsun?"
Ona soru sormamın bir faydası yoktu. Ben ne sorarsam sorayım o istediği cevapları veriyordu. Soru sormamışım gibi ne isterse onu anlatıyordu.
Bakıyor, bu insanlar benim neyim oluyor, diye soruyorsun, yakınlarım mı? Bizi birleştiren, ateşin başına toplananlar gibi toplayan bir şey gerçekten var mı? Soğuk bir ateşin, donduran , buz kestiren bir ateşin etrafında nasıl toplanılır?"
.
AYNI ZAMANDA
İçimin bir yanı gökyüzü
bir yanı su
bir yanı toprak
bir yanı ateş.
Kuşun kanadındayım
ağacın dalında
çiçeğin kokusunda
Hem karanlığım
hem aydınlık
aynı zamanda...
Her şey,
bir parça
bir başka şeyin içinde
Her şey,
bütün şeylerin
bir toplamı aslında...
ŞULE ÇAKIR TÜREL
"Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun.
Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur'aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!"
Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.
Anlıyamam kederimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.
Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.
Yanıma düşer kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir...
Ne bir dost, ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içersi ölür.