Bazı insanlarla birlikteyken, bir şeyler anlatırlarken dinlemem onları ben, bir mavi yakalamışımdır oradaki resmin içerisinde, bir ışık oyunu düşmüştür masanın üstüne ya da, veya bir çocuk sesi vardır yakınlarda bir yerlerde: Aslında bu saydıklarımlayımdır.
Yabancıların dikkate değer özelliği büyük oranda bildik olmalarıdır; bir kişiyi yabancı olarak kabul etmek için, öncelikle onun hakkında hiç olmazsa birkaç şey bilmem gerekir. Her şeyden önce, onların tekrar tekrar, davetsiz olarak benim görüş alanıma girmeleri lazımdır: Öyle ki ben onları yakın çevremde görmeliyim; istesem de istemesem de onlar kesinlikle benim yaşadığım ve ayrılmadığım, ayrılma işaretleri de göstermediğim dünyada yaşarlar. Böyle olmasalardı, yabancı değil, olsa olsa "hiç kimse" olurlardı. Hiç kimse dediklerim, çoğu kere belli belirsiz, dikkatimi çekmeden ve dağıtmadan, günlük hayatımın baktığım ama görmediğim arka planında hareket eden, bir yüzü, çehresi olmayan ve biri diğerinin yerine geçebilen çok sayıda oluşum arasında kaybolurlar. Onları duyarım ama ne söylediklerini dinlemem. Yabancılar ise tersine gördüğüm ve dinlediğim insanlardır. Tam da onların mevcudiyetine dikkat ettiğim, onların mevcudiyetini görmemezlik edemediğim ve basitçe dikkatimi vermeyi reddederek bu mevcudiyeti ilgisiz kılamadığım için, onları anlamlandırmakta güçlük çekerim. Onlar âdeta ne yakın ne de uzaktırlar. Ne "biz"im bir parçamızdırlar ne de "onlar"ın bir parçası. Ne düşman ne de dostturlar. Bu nedenle şaşkınlık ve endişe yaratırlar. Onlarla tam olarak ne yapacağımı, onlardan ne bekleyeceğimi, onlara nasıl davranacağımı bilemem.
«Dur Hikmet, dinle bak.» «Dinlemem albayım. Sonra beni de dinlerler diye çok dinledim. Şimdi sıra bende. Buraya konuşmak için geldim.» Susturamazlar; evet, ancak ‘Yaşama!’ demek gerekir ona. Yaşamaktan vazgeç ve bir duvarın köşesinde, yüzün duvara dönük dur; cezalı öğrenciler gibi. Hayır, bu bir efsanedir; ben böyle bir ceza almadım hiç. Hatırlamıyorum. Benim hatırlamadığım her şey bir efsanedir, yoktur. O bilmiyorsa yoktur, olmamıştır. Ben, üçüncü tekil şahısım. Ben bir yerde olsam bile benden öyle bahsederler: ‘Kimseyi dinlemez.’ Derler. Oysa ‘Kimseyi dinlemiyorsun,’ demelisiniz. Albay, okumasını sürdürdü. (Ben de sizleri üçüncü çoğul şahıs yaparım: Onları dinlemezler.) Ben de birinci çoğul şahıs olurum: Dinleyelim, bakalım:
Hiç tanımadıklarımıza peygamber sabrı gösterdik ama en sevdiklerimizin en küçük kusurlarını bile bağışlamadık. Belki de, sevdiğimizin o küçük kusurunu örtecek ya da büyükmüş gibi gösterecek bir sütyeni yoktu ve bütün kusuru buydu. Ama biz hemen sen bunu nasıl yaparsın, dedik..
Sana yakıştıramadık
Senden ummazdık
Dostluğumuzun caddeye bakan yüzünü sık sık yıkamamız gerekiyordu.
Dostlarımız bizden tavlayıcı sahtelikler bekliyordu.
Evcil yalanlar bekledik saksılarımızda
Ve en sık söylediğimiz yalan şuydu; Biliyorsun ben dobra bir insanım
Hic dinlemem langanadak söylerim!..
kime neye göre?
şarkıların tamamını dinlemem mümkün değildi; ben de kumsalda yürürken kendi kendime söyledim. Birkaç sata te bir aşina olmadığım bir duygu kabarıyordu içimde, "Ne bu?" diye soruyordum kendi kendime. Tabii ya. Huzur. İyi de alb üstü iki metal parçasından uzalclaştın, bu kadar fark niye? Yıllarca kollarımda çığlıklar atan iki kolik bebek taşımışım da onları bakıcıya bıraktıktan sonra bütün o çığlıklar ve kusmalar kaybolup gitmiş gibi hissediyordum
İnsan bir köpekten çok şey öğrenebilir. Marley bana her günü gem vurulmamış bir coşku ve neşeyle yaşamayı, anı yakalamanın önemini, yüreğimin sesini dinlemem gerektiğini öğretti. Basit şeylerin değerini anlamayı öğretti... Zorluklar karşısında iyimserliğimi korumayı öğretti. En çok da dostluk ve özveriyi, ve hepsinden öte sarsılmaz sadakatin anlamını öğretti...
Yazık ki, o zaman iyi anlıyordum onu babacığım. Sonra, ben onunla mutlu olduğum için, yanıldığını sandın. Ama bu mutluluk sürüp gitmedi. Ben de anladım. Hayır, yanılmıyordun. Uslu bir minik kızken yaptığım gibi, o zaman da seni dinlemem gerekirdi.