Sabahın erken saatinde, Hilâl-i Ahmer’in hademelerinden Halis gelmiş, İstanbul’un gece yarısından sonra saat ikide askerî işgal altına alındığını söylemiş.
Hilâl-i Ahmer’i otuz kişilik bir askerî müfreze işgal etmiş. Türk veya Ermeni tercüman olmadığından, sadece İngilizce konuşmuşlar. Telefonlar koparılmış, kâğıtlar paramparça edilmiş, uyuyan hademelerin başına tabanca dayayarak Dr. Adnan’ın nerede olduğunu sormuşlar. Dolaplar, hatta kâğıt sepetleri bile aranmış. Dr. Adnan’ın orada olmadığını öğrenince, evini sormuşlar. Bunların birer işaretle sorulduğunu zannediyorum. Yalnız, içlerinden biri birkaç kelime Türkçe biliyormuş. Nihayet, Balkan göçmenlerinden Hamid adlı ve Dr. Adnan’ın himaye ettiği öksüz oğlanı yakalayarak sorguya çekmişler. O da bilmediğini söyleyince, askerler çocuğu dipçikle dövmeye başlamışlar. Çocuk, Hilâl-i Ahmer’den ayrıldığı zaman, yüzü kan içindeymiş. Bununla beraber, hademe Halis’e ne yapsalar evi haber vermeyeceğini ve Halis’in gidip ablama bunu haber vermesini rica etmiş. Bu, güzel muhabbet nişanesi Dr. Adnan’ı ağlatmaya başladı. Benim gözümden bir tek yaş akmadı. Çünkü, daha iyi günlere kavuşmadan önce, bir damla gözyaşı dökmemeye karar vermiştim.