Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Anne-bebek ikilisinde, hiçbir şeyin eksik olmadığı tamlığın yoğunluğu vardır. Anne eğer ortada yoksa her şey eksik demektir ve bu, boșluktur. Bu erken ilişkide anne ile çocuk arasında sınır yoktur, çocuk annenin bedenini kendisininkinin bir uzantısı kabul eder (anne için de bu doğrudur, o da ilişkiyi kaynaşma șeklinde yașar). Dolayısıyla eğer anne "mevcut" değilse, bu, çocuk için, kendisinin bir kısmı eksik kaldığından, bir organının kesilmesidir. Sonuç olarak, dalgın, depresif bir anne (yokluğun bir biçimidir bu) ya da başka yerde "çok meşgul olan, daha önemli" başka șeyleri yapmak için çocuğunu terk eden anne, Anglosakson psikanalistlerin teorileştirdikleri bu "sökülüp alınma"yı ve karşılığında bir "sıkı sıkı yapışmayı" kışkırtma riski taşır. Ayrılık tehdidi ne kadar fazlaysa, sıkı sıkı yapışma da o denli yoğundur; ve bu ne kadar yoğunsa, eksiklik de o kadar telafi edilemezdir. Bu sürekli beklenti, bu ıstrap, duyumsal bir ilişki modeli yaratacaktır. Bu çocuklar yetişkin olduğunda, duyumsal ilişkilerde ben ile õteki arasındaki sınırlarda bir kırılganlıkla, hatta bir sınır yokluğuyla karşılaşırız. Ôtekinin koyduğu en ufak mesafede bu terk edilme yaşantısı, bu sökülüp alınma ve özellikle bu ıstırap hissedilir.
"Artık atkuyruğundan daha yaratıcı bir şey bulman gerekecek sanırım." "Dalga gibi," diye fısıldadı parmakları dağılmış saçlarımda dolaşırken. "Gece denize girmek gibi. Seninle ilgili her şey-" "Karanlıkta ortaya çıkıyor." "Dalga gibi," dedi yeniden. "Alyeska... Alyeska, kıyıya vuran dalgaya denir."
Sayfa 176 - Naz ve Ezel
Reklam
Körlük bazen keskin bir görüşten daha güçlü, dar görüş ileri görüşten daha etkili olabilir ve bir çiviyi çakabilmekte gerekli olan şey sınırsızlık değil, sınırlılıktır.
Sayfa 331Kitabı okudu
0.1 adımda hızlı okuma taktikleri
İnsanların çok çok hızlı okumasını sağlayabilir miyiz sorusunu cevaplamak için yıllarca uğraş veren biliminsanları olmuş. Bunun mümkün olduğu, ama her zaman bir bedeli olduğu ortaya çıkmış. Sıradan insanları çok daha hızlı okuma yapabilir hale getirmiş bu ekipler; biraz eğitim ve pratikle oluyormuş bu iş. Gözlerini kelime­lerin üstünde hızla gezdirip gördüklerinin bir kısmını akılda tutabiliyorlannış. Ama sonrasında okudukları şey hakkında test edildik­lerinde, ne kadar hızlı okudularsa o kadar az şey anladıkları ortaya çıkmış. Hızın artması anlayışın azalması anlamına geliyormuş. Son­rasında profesyonel hızlı okuyucuları inceleyen bilim insanları, biz­ den bariz daha iyi durumda olsalar da aynı şeyin bu insanlar için de geçerli olduğunu öğrenmiş.
Tutucu değilim ve fakat değişim, çağın gereği olarak peşinden koşturduğumuz bir serüven oldu artık; sanki her şey değişmek zorundaymış gibi bir telaşın içindeyiz gibime geliyor. Değişime uğramayıp yüzyıllarca duragelen şeylerin de büyük değerler olduğunu unutmamalı, her şey değişmek zorunda değil. Benim çocukluğumdan bu yana İstanbul çok değişti. Daha mı güzel oldu yani?
Sayfa 67
Derinliğin vedası
"Süratin insana çok iyi hissettiren bir tarafı var . ... Buna bu kadar gömülmüş hissetmemizin bir nedeni harika bir şey olması, değil mi? Bütün dünyayla bağlantı içinde olduğunuzu, her­ hangi" bir konuda olup biten her şeyi öğrenebileceğinizi hissediyor­sunuz." Gelgelelim maruz kaldığımız enformasyon miktarında ve bu enformasyonun geliş hızında meydana gelen muazzam artışın bir bedeli olmadığını söylüyoruz kendimize. Bu bir yanılgı: "Çok yo­rucu hale geliyor." Daha önemlisi, "her türlü boyutuyla derinliği fe­ da ediyoruz," diyor Sune. "Derinlik için zaman gerekiyor. Derinle­mesine düşünmek gerekiyor. Her şeye yetişmeniz, her dakika e-pos­ ta göndermeniz gerektiğinde derinliğe ulaşacak zamanınız olmuyor. İlişkilerde derinlik için de zaman gerekiyor. Enerji gerekiyor. Uzun zaman aralıkları gerekiyor. Kendinizi adamanız gerekiyor. Dikkat göstermeniz gerekiyor, değil mi? Derinlik gerektiren her şey zarar görüyor. Yüzeye doğru çekilip duruyoruz."
Sayfa 40
Reklam
Şu erkeklere bakın! Dünyada bir kadının koynuna girmekten daha güzel bir şey bilmediklerini gözlerinden anlıyorum.
Hani insanın kafasında düşünceler gitgide hızlanarak birbirini izler, insan kendini iyice konuya kaptırır ve giderek öyle bir noktaya ulaşır ki, artık ötesi belirsiz ve bulanıktır; düşüncelerinizi dile getirmenin imkânsız olduğunu anlarsınız ve düşündüğünüz şeyi söylediğinizi sanırken, bambaşka bir şey söylediğinizi görürsünüz. İnsanın tartışmalarda coşkuyla, birbiri ardınca düşünce üretip dururken, birdenbire, artık bundan öte bir şey açıklayamayacağını, daha ileri gidemeyeceğini anlama sınırına ulaştığı böylesi tıkanma anlarını çok severdim.
önemli konularda nazik, düşünceli hatta merhametli, planlarımızı yaparken cesur ve atılganızdır, ancak baş­kası söz konusuysa, o kişinin yardımımıza muhtaç oldu­ğunu bilsek bile aramızdaki o ince çizgiyi aşmaya karar vermekte güçlük çekeriz, cesaretimiz kırılır, aciz kalırız. ancak herkes de bilir ki, yardım çağrısında bulunmayan bir insana yardım etmekten daha zor bir şey yoktur, çün­kü yardım dilenmiyorsa mutlaka son bir şey daha vardır: ısrar edip incitmememiz gereken gururudur bu
Lakin biz büyüyüp değişirken, bizden daha hızlı değişen bir şey de oldu: Zaman…
Reklam
... Bu gibi çalışanların, masalarını topladıklarında -ki o gün er geç gelir- yanlarında götürecekleri tek hatıra, iktidar koltuğuyla çöp yığınını, zafer anıyla onur kırıcı yenilgiyi, şeref madalyasıyla utanç damgasını, sıcak bir karşılamayla soğuk bir görmezden gelmeyi ayıran çizginin ne denli ince ve kırılgan olduğu bilgisidir. Aslında, götürecekleri başka bir şey daha vardır yanlarında; öğrendikleri iki önemli ders. Birinci ders: Her günün değeri, ondan aldığın tatmin kadardır, bir nebze bile fazla değil. Gerçekten umut bağlaman ve gerçekleştirmeye çalışman gereken şey daha iyi bir yarın değil, farklı bir bugündür. (...) İkinci ders: Ne yaparsan yap, seçeneklerin olmasını ihmal etme. Sadakat yemini ''uzun vade''den endişe eden bahtsızlara göredir. Kendini bir işe gerektiğinden fazla adama. Bağlılıkların yüzeysel ve gevşek olsun ki ayrıldığında iz ve yara bırakmasın. (...)
Yüzbaşı odaya geçildiğinde azarın şiddetini artırıp, “Sen nasıl olur da kavmi necip Arap'a bağlı, Peygamberimiz Efendimizin mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, onların kalbini kırarsın? Kendini bil, sen onların ayağına su dökmeye layık değilsin!" diyerek çavuşu aşağılamaya başladı. Arap milletini Türk milletinden üstün gören yüzbaşının tavırlarına daha fazla dayanamayan Mustafa Kemal âdeta kendini kaybedip, "Yüzbaşı susunuz!" diye bağırdı. Yüzbaşı şaşkınlık içinde, "Fena bir şey mi söyledim?" diyebildi. "Evet, çok fena hareket ettiniz" şeklinde cevapladı Mustafa Kemal ve ekledi: "Buna hakkınız yok. Bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi necip olabilir. Fakat senin, benim ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin büyük ve asil bir millet olduğu asla inkâr edilemez bir gerçektir."
kalp kırıcı bir alıntı
Julien yaptığına çok şaşırdı. "Bir yerlere gelmek istiyorsam, bu bir şey değil, daha bir sürü haksızlık etmem gerekecek; ayrıca bunları güzel duygusal sözlerin altında gizlemeyi öğrenmeliyim."
Sayfa 339 - Türkiye İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okuyor
Küçük bir kazanç ya da önemsiz bir engel olarak başlayan şey, sonunda birikerek çok daha fazlasına dönüşür.
Küçük bir kazanç ya da önemsiz bir engel olarak başlayan şey, sonunda birikerek çok daha fazlasına dönüşür.
Sayfa 18 - Pegasus YayınlarıKitabı okuyor
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.