Doğanın tüm varlıklarında, insanın yarattığı tüm nesnelerde ve olgularda süren iki zaman –geçmiş ve gelecek– bizim zamanımızla –şimdi– yeni bir bütünlüğe ulaşarak bizi oluşturmaktadır. Bu bakış ve değerlendirmenin bize sağlayacağı nihai bilgi şu olsa gerek: Günlük hayat sonsuzluğun biricik imkânıdır; sanatsal yaratıcılığın mayasıdır.
Ancak bu imkân bize işlenmiş, düzenlenmiş ve hazır halde sunulmaz. Ses, renk, biçim, hareket, tat gibi bir karmaşa içinde, bir paradoks olarak geçicilik ve ölümlülük kabuğu ile kuşatılmış olarak durur önümüzde. Bu hammadde yığınından insani, evrensel ve kalıcı olanı içeren, dolayısıyla bütün zamanları ve insanları kucaklayan bir yapı oluşturmak bize kalmıştır. Bunun nirengi noktası ise bizim, bir süreliğine birlikte olduğumuz nesneler, olaylar ve olgularla olan ilişkimizin niteliğidir. Bizim gündelik gerçekliğe bakışımızın içerdiği ideolojik, etik ve estetik değerlerin toplamıdır. Bu toplamın düzeyidir. Bu ilişki, bireysel ve toplumsal düzlemde bir sorun içermek zorundadır. Bir yenilik taşımak zorundadır. Bir üslup oluşturmak zorundadır. Kirpiklerimizi ayaklarımızın ucundan ötelere kaldırma yetisi ister. Yalnız kendimizin değil, kendi dışımızın da bilgisini ister. Değilse, ne dünya bize bir şey katmıştır, ne de biz dünyaya bir değer katabiliriz. Burada, Mevlâna’yı saygıyla anmanın yeridir sanırım: Senin kabın küçükse deryanın günahı ne?