Aşk da tıpkı tanrıça gibidir; yani muhteşem bir yanılsamadır. Öncelikle erkeklerin icadıdır. Erkeğin açmazı da budur işte. Bir yandan kadın kendine ait olsun diye aileyi kurar, öte yandan gözü komşunun karısında kalır. İlya-da'daki Paris'in Helen'i kaçırmasını anımsayın, Ortaçağdaki şövalye aşklarını anımsayın. Ama kadınlar için durum daha vahimdir. Çünkü anaerkil dönemde pek çok sevgilisi olan kadın, ataerkil dönemde bir erkeğin malı olarak evine hapsedilmiştir. Onun gözünün de komşunun kocasında, oğlunda kalmasından daha doğal ne olabilir? Ama bu istek yasaktır, günahtır, ayıptır. İşte aşk bu ulaşılmazlıktan doğar. Aşk ulaşamayacağın birini abartarak, onun kafandaki ideal kişi olduğunu sanarak, tutkuyla bağlanmaktır. Aradaki engeller ne kadar artarsa bu yanılsama o kadar tutkulu olacaktır. Nasıl tarih öncesi atalarımız doğum olayını çözemediği için kadınlardan tanrı yaratmışsa, biz de yolumuzun kesiştiği birini yaşamımızın vazgeçilmez kişisi sanarak, neredeyse ona tapınmaya kadar varan bir bağlılık yaratmışız. Kanımca aşk, o ilkel abartma duygusunun günümüze kadar gelmiş halidir."
Kader, işte böyle bir şey! Tesadüf dediğimiz hiçbir şey te­sadüf değil aslında . Bilinçdışımız, bize onu arayıp bulduruyor. Ödülü de biz veriyoruz kendimize, cezayı da.
Reklam
... "Biz kendimizi sevmezsek hiç kimse bizi tatmin edici şekilde sevemez çünkü içimizde bir boşluk varken aşkı aramaya kalkarsak,daha çok boşlukla karşılaşırız."
Sayfa 193Kitabı okudu
Bugün yaşayan Müslümanlarda tuhaf biçimde bir Ebu Talib kompleksinin yansıdığına şahid oluyoruz. Ebu Talib kendisi için "atalarının dininden döndü derler" diye kelime-i şehadeti getirmekten kaçınmıştı. Şimdi bir başka biçimde bazılarımız tıpkı Ebu Talib'in yürüttüğü mülahazalar içinde bulunuyoruz ve adeta onun gibi Resulullah (sav)'a "Sen doğru söylüyorsun, Allah birdir" diyoruz da, iş teslim olmaya gelince, Ebu Talib nasıl atalarının dini uğruna teslim olmaktan kaçındıysa, biz de sanki atalarımızın diniymiş gibi baktığımız bir takım "ilmî safsatalara" bakarak teslimiyetten kaçınıyoruz. En azından yaptığımız, bu "ilmi safsatalarla" İslâm'ı telif emeye kalkışmak oluyor. İslâm'ın hükümlerinin mahiyeti o hükümleri yaşayan bir cemaat içinde bulunmadıkça tam mânâsıyla kavranabilir olmaz. Bu hükümler "bilgi şubesi" olarak bilinmez demiyorum. Fakat bu hükümlerin uygulamada nasıl işlediğini kavramak ancak İslâmî bir cemaat yapısı içinde mümkün olabilir diyorum.
"İnsan okurken her cümleyi, her sahneyi aydınlatır... Garip ama gerçek doğa bize bir iç ışık bahşetmiş sanki ve bunu kullanarak romanı yazan kişinin tutarlı ya da tutarsız oluşunu yargılıyoruz. Belki de doğa, mantıksız bir davranış icra ederek görünmez mürekkeple zihnimizin duvarlarına bir uyarı yazmıştır. Bütün büyük sanatçılar bunu doğrulamışlardır. Bu mürekkebin görünür olabilmesi için onun yalnızca yetenek alevine tutulması gerekmektedir. O bu şekilde görünür olunca ve biz onun tekrar canlandığını gördüğümüz zaman, "Ama ben her zaman bu şekilde hissetmiştim, bunu bilmiştim ve bunu arzulamıştım!" diye haykırırız. "Heyecanlanırız ve kitabı sanki çok değerli bir şeymiş gibi adeta huşu içinde kapatarak rafa geri koyarız."
Sayfa 122Kitabı okudu
Demek istiyorum ki, sen de yalnızsın benim gibi Biz ikimiz de yalnızsak... ve işte bu durumda iki kişilik bir yalnızlık olmaz mı bizimkisi? Edip Cansever TRAGEDYALAR V, lll (1964)
Reklam
1.000 öğeden 21 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.