Ben artık yetişkindim.
Shakespeare ve Tadeus yüzünden üç gün çile çekmiş, çok sevdiğim, ondan öncekilerin hepsinden, sonrakilerin ço ğundan daha çok sevdiğim Tadeus'u üç gün görmek istememiştim, çünkü çalışma hayatına daha yeni adım atmıştım ve ciddi bir çalışma ile aşkın bir arada yürümeyeceğini sanı yordum. Artık akıllandım ya da bu tür varsayımların yıpra tıcı sonuçlarını kaldıramıyorum.
On dokuz yaşındayken kaldırabiliyordum herhalde, çün kü üç günün sonunda yazıp bitirdiğim ödevi siyah cilalı masanın üzerine koyup dışarı çıktığıını ve Tadeus'u aramak için telef on kulübesine gittiğimi çok iyi hatırlıyorum.
O kadar uzun süre cehennem azabını yaşadım ki sabahın bir daha olmayacağını sandım. Gün bir daha aymayacaktı. Saatler geçmeyecekdi. Bu anda ölüp gidecektim.
Ama ölüm beni istemiyordu.
Ölüm sevdiklerimi istiyordu.
Bana öyle geldi ki o gün, yaşamın kendi kendimize sunduğumuz bir şey olduğunu da öğrendim. Bizler varoluşumuzu zenginleştirebiliriz, kendimize daha fazlasını verebiliriz ve kendi kendimize bu konuda izin verirsek daha yaratıcı ve daha mutlu olabiliriz.
Erkek sürekli biriktirmeye devam eder ve bir gün patlar; toptan satış. Kadın perakende olarak delirir ve bu daha bilgece bir yoldur; her gün bitirmek, niye toplayasın?
Öyleyse gördüklerimiz ve işittiklerimiz, görmediklerimiz ve işitmediklerimizle benzeşir, hatta birbirinin aynısı olur, bu sadece bir zaman ya da bizim artık yok olmamız meselesidir. Ama tüm bunlara rağmen, yaşamımızı daha çok duymaya, daha çok görmeye, daha çok yerde olmaya, daha çok bilmeye uğraşarak yürütmekten vazgeçmeyiz çünkü bu yaşamların bir gün beraber olmaya, bir telefonu açmaya, bir şeye cesaret etmeye, bir suç işlemeye ya da bir ölüme neden olmaya bağımlı olduğuna kendimizi ikna etmişizdir.
Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman’ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını.