"Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım."
Opera tenoru Jan Peerce, evlendikten yaklaşık elli yıl sonra bir gün şöyle demişti: "Karım ve ben uzun zaman önce bir anlaşma yaptık ve birbirimize ne kadar kızsak da bu anlaşmaya uyduk. Bir taraf bağırırken diğeri susuyor; çünkü iki kişi aynı anda bağırdığında arada bir iletişim kalmıyor; sadece gürültü ve kötü titreşimler ortaya çıkıyor."
Otuz yıl sonra şimdi evimizin komşu evine bakan ve içeriye çok ışık sızdıran yüksek pencerelerini, ovulup kar gibi yapılmış çam ağacından basamakları, sahanlıkları, binlerce kez üzerinden kayarak cilalanmış gibi parlattığım sert keresteden kaygan korkuluğuyla merdivenini açık seçik görür gibiyim. Çocukluğum şu anda istediği kadar benden uzak bulunsun, istediği kadar bana akıl ermez ve masalsı görünsün, yine de tam bir mutluluk içinde yaşıyorken, ansızın içimde beliren acı ve çatışmaları tüm ayrıntılarıyla anımsayabiliyorum. Şimdiki duygularımdan bazısı, ben çocukken de hiç değişmeden varlığını sürdürmüştü: kendi değerimden duyduğum kuşku örneğin, kendimi takdirde cesaretsizlik, dünyayı hiçe sayan ideal tutkusuyla bayağı duygusal haz arasında bocalayışım. Ve o zamanki gibi sonradan da yüzlerce kez, kimi aşağılanacak bir hastalığın, kimi bir üstünlüğün varlığımda dışa vurumunu gördüm. Kimi vakit, Tanrı’nın beni böylesi çileli bir yoldan özel bir yalnızlık ve derinliğe doğru çekip götürmeyi tasarladığına inandım; kimi vakit her şeyde miskin bir karakter güçsüzlüğünden binlerce kişinin yaşam boyu güç bela sırtında taşıdığı bir nevrozun belirtilerinden başka bir şey çarpmadı gözüme. Bütün bu duyguların ve anıların eza verici çatışmasını temel bir duyguya indirgeyip, bir isimle donatmak gerekirse, tek bir sözcükten başkası aklıma gelmiyor: Korku. Çocuksu mutluluğumun bulanıp duruluğunu yitirdiği bütün saatlerde içimde uyanan duygu korkuydu yalnız, korku ve güvensizlik. Cezadan korku, vicdanımdan korku, ruhumdaki yasak ve yüz kızartıcı bir gözle baktığım kıpırdanışlardan korku.
Ben artık şarkı söylemek istemiyorum.
Hergün kanat çırpmaktan da sıkıldım.
Ne faydası var ki zaten?
Her yıl neşeyle kutladığımız "Renkler Şenliği" günü yarın ancak şenliğimize katılacak kimsecikler yok yanımızda.
"Hem bu ormanda kimse bizi istemiyor..."
Hemen hepimizin çocukluğunda, Ben böyle bir güçsüzlük
durumunu yaşar; bu yüzden, ilk çocukluk yıllarinda geçen
olaylarin ilerisi için önemi pek büyüktür. İlk çocukluk yıllarının olağanüstü yükü altında —çünkü birkaç yıl içinde taş
devriyle günümüz uygarlığı arasındaki o devcileyin uzaklığı
geride bırakmamız, beri yandan özellikle erken cinsellik döneminin içgüdüsel isteklerine karşı kendimizi savunmamız
gerekmektedir— Ben’imiz baskılamalara sığınır ve bir çocuksal nevrozla karşı karşıya bırakır kendini, bunun çökelti-
sini de ilerde başgösterecek nevrotik hastalanmalara bir yatkınlık olarak ergenlik yıllarından içeri taşıyıp götürür. Bu durumda her şey, erginliğe kavuşmuş bireyin yazgısı tarafından belirlenir.
"Sizin bizden önce ölmeyeceğinizi kim bilebilir?" dedim.
"Olmadan, böyle kötü şeyler düşünmek iyi değildir.Tanrı'nın izniyle hepimiz daha yıllarca yaşayacağız; efendi genç, ben sağlamım, daha kırk beşimdeyim.Annem seksenine kadar yaşadı, ölünceye dek de sapasağlamdı.Diyelim ki Mr. Linton altmışına kadar yaşadı, bu bile sizin düşündüğünüzden ne kadar da uzun.Öyle olunca da, yirmi yıl sonra gelecek bir felakete şimdiden ağlamak budalalık olmaz mı?"
"Görüyor musunuz, yetmiş sekiz yaşınızda ne büyük bir yer kaplıyorsunuz şu dünyada. Yokluğunuzda sizi arayacak pek çok insan olacak."
"Kimsesi olmayan, yaşlı bir adamım ben," diye karşılık verdi Mr. Lorry başını iki yana sallayarak. "Arkamdan ağlayacak kimsem yok."
"Nasıl söyleyebiliyorsunuz bunu? (...) "Bu gece o yalnız kalbinize dönüp dürüstçe, 'Şu hayatımda kimsenin ne sevgisini, ne bağlılığını, ne minnetini, ne de saygısını kazandım; hiçbir şekilde şefkatli bir yer edinemedim; kimseye hatırlanacak bir iyiliğim ya da yararım olmadı!' diyebilseydiniz bu yetmiş sekiz yıl ağır bir lanet gibi çökerdi üzerinize; öyle değil mi?"
"Haklısınız Mr. Carton; herhalde öyle olurdu."
O kadar güçsüzüm ki sesim bile çıkmıyor
Saat üçtür belki dört uyusaydım ya keşke
Uyanmaktan korkmasam yüz yıl uyurum sanki
Ağaçlar, evler, kuşlar bile uykuda
Bir garip, bir tuhaf, bir huysuzum ki sorma.
Sana söyleyemediklerimi bak gaybına söylüyorum
İçinden konuşma!
Bu yeryüzü bu gökyüzü iyi güzel amenna
Her işte bir hayır var doğru bunları geçmeyelim
Ama bıktım artık şerden hayır damıtmaktan
Misal şimdi yan yana uyumak var
Uyumamakta hayır var da
Uyumakta ne mahsur var
Bir güzel olsak ya senle bu anlaşmamazlıklar niye
Secdelere küs alnımda bir kara bir kara
Kalksak gitsek ya şimdi
Belki Abant olur belki Porsuğun kenarı
Bayram namazından sonra
Ben anlatsam sen anlasan beraberce ağlasak
Ağlamak anlamaktır benimle ağlasana..
1988 yılında müslüman olup Naim Abdülwali adını alan bir Amerikalı, dinini öğrenmek için Medine'ye gider. Medine hayatının üçüncü yılında Muhterem Mahmud Efendi ile tanışır, ondan etkilenir ve okuduğu fakülteden ayrılıp onunla birlikte İstanbul'a gelir. 10 yıl Hoca Efendi'nin çevresinde ilim tahsil eder.
Abdulwali, İstanbul'a